Zehirli | Konular | Kitaplar

İslam’a göre İsa-Mesih yeniden dünyaya dönecek mi?

İslâm inancına göre ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem ile başlayan risalet görevi, son peygamber Hz. Muhammed'in gelişiyle noktalanmıştır. Bütün peygamberler, gönderildikleri toplumları tevhîd inancına çağırmışlar; kendilerinden sonra gelecek Allah elçilerinin da'vetine de uymayı tavsiye etmişler, dolayısıyla ahlâklı ve erdemli bir toplum oluşturabilmenin çabası içine girmişlerdir, işte Hz. İsa, her ne kadar risalet görevi çok kısa sürse de, bu çabayı gösteren Peygamberlerden birisidir.

İki bin yıldan beri doğuşu, yaşayışı ve akıbeti hakkında doğuda ve batıda yüzlerce kitap, risale ve makale yazılmış; hattâ tarihî bir şahsiyet olup olmadığı bile tartışılmış, fakat kurcalandıkça içinden çıkılamaz hâle gelmiş biri varsa, o da “Hz. İsa'dır” dediğimizde mübalağa yapmış sayılmayız.

Bilindiği gibi Yahudilik, Hz. Davud'un soyundan gelecek bir şahsı “Mesih”** olarak beklemiş, sonunda Hz. İsa yahudilerin kendi içlerinden biri olarak çıkmasına rağmen, onun Mesihliğini kabul etmemiştir. Hıristiyanlık, İsa merkezli bir dindir. Yani tarihin merkezinde “İsa-Mesih'in gelişi olayı” vardır. İslâm’da da Mesih -Kur'an'da lakâb olarak kullanılmakla, Yahudi ve Hıristiyanlık'taki mânâları, yani beklenen bir kurtarıcıyı ifade etmemekle birlikte-, Hz. İsa'dır. Fakat İslâmiyet, Hz. İsa'yı peygamberler zincirinin bir halkası olarak kabul etmiş, Kur'an'da ismini sıkça zikretmiş ve mensuplarından, diğer Peygamberlere inandıkları gibi ona da inanmalarını istemiştir. Durum böyle olunca, Hz. İsa'nın, üç ilâhî dinde de bazı dînî tartışmaların tam ortasında yer alması gayet tabiîdir.

Asırlardır gerek hıristiyan dünyasında, gerekse İslâm âleminde en çok tartışılan konulardan biri, “Hz. İsa'nın akıbeti”, yani “sonunun ne olduğu ve Kıyâmet'ten önce yeryüzüne inip inmeyeceği” meselesidir. Bu mesele tarih boyunca insanların zihnini meşgul etmiş; hıristiyanların ve müslümanların ekseriyeti, Hz. İsa'nın bir kurtarıcı olarak yeryüzüne gelerek, burada huzur, barış ve adaleti gerçekleştireceğine inanmışlardır. Hattâ bu inanç, bazı toplumlarda duyguların sömürülmesine ve birtakım kişilerin “Mesih” sıfatıyla ortaya çıkarak, farklı amaçlarla kitleleri etraflarında toplamalarına sebep olmuştur.

İslâm kültüründe renkli bir şekilde yaşatılan ve “karizmatik bir kurtarıcı ya da lider beklentisi” şeklinde ortaya çıkan bu tasavvurun, İslâm’a Yahudilik ve Hıristiyanlık'tan geçtiğini iddia etmek, pek isabetli sayılmasa gerektir. Zira medeniyetlerin hiçbir zaman saf olmadığı ve insanların farklı kültürlerden daima etkilendiği hususu dikkate alınırsa, dünya tarihinde, Mesih düşüncesinin dinlerde ortak bir fenomen olduğu gerçeği karşımıza çıkacaktır, işte bu durumda belki izlenmesi gereken en tutarlı yol, söz konusu tasavvurun insan hayatına katkı sağlayıp sağlamadığının, şayet sağlamışsa bunun ne tür bir katkı olduğunun tesbit edilmesidir.

Bizim böyle bir çalışmayı yaparken ana hedefimiz, İslâm literatüründe “Nüzûl-i İsa diye kısaltabileceğimiz inancın, Kur'an'ın üstüne basarak vurguladığı “emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker” prensibiyle ne derece örtüştüğü, müslümanın hayatında nereye oturması ve onun tarafından nasıl algılanması gerektiği hususunda bazı ipuçları verebilmektedir. Çünkü her ne kadar aynı inancı paylaşsalar da, farklı bilgi birikimine sahip olan ve değişik kültür ortamlarında yetişebilen fertlerin, tartışılan bazı noktalarda doğru ve ortak bir zeminde buluşmalarının gerekliliğine inanıyoruz.

Aslında başka bir çalışmanın konusu olmakla birlikte, bizim bu çalışmamıza yön vermesi açısından Yahudilik ve Hıristiyanlık'taki “Mesih anlayışı “nı kısaca ortaya koymak istiyoruz.

Yahudi geleneğinde merkezî bir yer işgal eden, Eski Ahit'te***sembolik ifadelerle haber verilen ve Talmut'ta detaylı olarak işlenen Mesih inancı, zaman içinde yahudi iman esasları içine girerek bir doktrin halini almış ve müesseseleşmiştir. Tarihiyle dîni âdeta özdeşleşmiş olan yahudilerin, tarihin değişik dönemlerinde karşı karşıya kaldıkları bazı sıkıntı ve felâketler, onları, bu sıkıntılarından çekip alacak ve arzu ettikleri hedeflere ulaştıracak bir “kurtarıcı” fikrine yöneltmiştir. Diğer taraftan “beklenen Mesih” inancının ortaya çıkmasında, “üstün ve seçilmiş millet olma” düşüncesinin de rolü büyüktür.

Yahudiliğe göre Mesihçilik, yahudilerin Allah yolunu yeniden bulacağı Mesih'e ait bir rüya devridir. Evrensel tarihinin yegâne hedefi, yeryüzünde Allah'ın Krallığını kurmaktır. Bu krallık, dînî safiyetin ve sosyal adaletin model devleti olacaktır, işte meydana gelecek ahenk içinde yahudiler rehberlik rolünü üstlenecektir. Âhir zamanda insanlık, adaleti gerçekleştirmeyi başaracak, bunun sonucunda Allah'ı tanıma evrenselleşecektir.

Yahudi tarihi, belli dönemlerde çeşitli mesiyanik figürleri ön plâna çıkarmış, çok sayıda sahte Mesih'in, arkasında bazı toplulukları sürüklediğine şahit olmuştur. Artık bugün modern yahudi düşüncesi, “Mesih inancı”na farklı bir boyut getirmiştir. Batıda yeniden yapılan yorumlarda Mesihçilik biraz daha lâikleşmiş; Siyonizm, Mesihî fikrin lâik bir versiyonu olarak görülebilmiştir. Siyonizm ve İsrail Devleti'nin yaratılması, büyük oranla “Mesihî hareket” kavramının sekülerleştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Yahudi toplumunun eskisi gibi Mesih'in gelişini beklemek yerine, daha radikal sonuçlara ulaşması gerektiği artık kabul edilmiştir.

Hıristiyanlık'taki Mesih inancı, en az Yahudilik'teki kadar önemlidir. Çünkü bu inanç, Hıristiyanlığın inanç esasları (kredo) içerisinde en başta gelmektedir.

Hıristiyanlar'a göre Mesih, Hz. İsa ile gerçekleşmiş ve onunla “ilâhî Krallık” başlamıştır. Ancak bu krallık, yahudilere mahsus geçici bir krallık değil, evrensel ve mistik bir krallıktır.

İlk Hıristiyanlık, “Mesih” konusunda pek çok yahudi düşüncesini almış ve bunları Hz. İsa'ya uygulamıştır. Yeni Ahit Kristolojisi, çoğu noktada Yahudi Mesihçiliği’nden yararlanmış, aynı zamanda yeni bir boyut ta eklemiştir ki o da şudur: “İsa-Mesih şahıs olarak Mesihî beklentileri gerçekleştirmesine rağmen, bu beklentileri, son îfâ şekline dönüştürmek için yeniden geri dönecektir.

Mesih'in kim olduğu hususuna kadar, yahudiler ile hıristiyanlar “Mesih inancı” hakkında aynı tutuma sahiptirler. Fakat yahudiler, Mesih olarak yeni bir şahsın gelmesini beklerken, hıristiyanlar Hz. İsa'nın ric'atine yani dünyaya tekrar dönüşüne inanmaktadır.

Hıristiyanlara göre Hz. İsa, Âdem (a.s.)'dan beri insanlığın yüklendiği “aslî suç”a kefaret olmak üzere Çarmıh'a gerilmiş, ölümünden üç gün sonra dirilmiş ve Baha'nın yanına çıkarak sağ tarafına oturmuştur. O, beklenen şartlar gerçekleşince, oradan tekrar yeryüzüne gelecektir. Dünyayı sulh ve adaletle doldurup, kendisine inanmayanları yargılayarak onlardan öç alacak ve saltanatı ebedî olarak devam edecektir. Hz. İsa'nın ikinci defa gelişinin amacı, yeryüzünde Tanrı'nın otoritesini yeniden tesis etmektir.

Bazı farklılıklara rağmen, her iki dinin (Yahudilik-Hıristiyanlık) bağlıları da Mesih'in yeryüzünde “Tanrı'nın Krallığı”nı kuracağına inanmaktadır. Hıristiyanlık teolojisi, bir kurtuluş teolojisidir. Buna göre İsa'nın doğumu ve dünyaya gelişi, Tanrı Krallığının ilk aşamasıdır, İsa'nın Çarmıh'a gerilerek öldürülmesinden sonra dirilmesi, ikinci aşamayı; onun Kıyamet kopmadan önce yeryüzüne tekrar dönüşü ise Tanrı Krallığının kesin kuruluşunu ve tamamlanmasını sağlayacaktır. Başka bir ifade ile ebedî hayat, yeryüzünde başlayacak ve Tanrı Krallığı, dünya tarihi denilen insanlık dramının sonu olacaktır.

Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta “Mesih inancı'nı irdelerken dikkat çekmek istediğimiz şeylerden biri şudur: Gerek Yahudilik ve gerekse Hıristiyanlığın tasarladığı Tanrı Krallığı yeryüzünde bir Cennet tasviridir. Ne var ki bu ideale ulaşmada insanî eyleme hiç yer verilmemektedir. Bu gelecek, insan iradesinden bağımsız olarak gerçekleşecektir, ideal yeryüzü Cenneti, Mesih öncülüğünde kurulacaktır.

İslâm'ın “Mesih anlayışı'na gelince; hemen ilk başta söylememiz gereken şey, bu anlayışın Yahudilik ve Hıristiyanlık'taki Mesih inancından temelde oldukça farklı olduğudur. Zira İslâm’daki Mesih anlayışı, ne Yahudilik'teki gibi kesin kabul edilmesi gereken iman esaslarından biridir, ne de Hıristiyanlık'ta olduğu gibi bir doğmadır. Yukarıda ifade ettiğimiz şeyi bir kere daha tekrarlamalıyız ki, bizim burada ortaya koymaya çalışacağımız husus, söz konusu anlayışın nereden kaynaklandığı, çerçevesinin ne olduğu, İslâm kültüründe ne şekilde yer aldığı, müslümanlar tarafından nasıl algılandığı ve nihayet müslümanların bu tür anlayışlara hangi zaviyeden ve nasıl yaklaşmaları gerektiği üzerine bir bakış açısı oluşturabilmektir. Doğru bir bakış açısı elde edebilmek için de, üç ilâhî din arasında konumuzla ilgili kıyaslamalara sıkça başvurmayı düşündüğümüzü belirtmeliyiz.

Hemen her düşünce veya inanç sistemi veyahut kültür geleneği, insanın öldükten sonra ne olacağı ve içinde yaşadığı âlemin nasıl bir sonla karşılaşacağı konusunda şöyle ya da böyle bir cevap aramaya çalışmıştır.

Söz konusu mefhum için Kur'an'da “âhiret” kelimesi kullanılmıştır. Özellikle İslâmiyet, diğer dinlere nisbetle âhiret inancına daha çok ağırlık vermiş; yine Kur'an'dan öğrendiğimize göre âhirete iman, Allah'a iman ile birlikte İslâm’ın inanç sisteminin iki temel unsurundan biri olarak zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerim, yaşadığımız âlemin bir gün mutlaka sonunun geleceğini beyân etmiş; bunu “el-Kıyâme”, “es-Sâa”, “el-Yevmü'1-âhir”, “el-Yevmü'1-azîm” ve “Yevmü'd-dîn” gibi tabirlerle açıklamıştır. Fakat bu sonun ne zaman gerçekleşeceği hususunda kesin bir tarih verilmemekle birlikte bazı âyet ve hadislerde işaret edilmiştir. Özellikle hadis kaynaklarında “Eşrâtu's-sâa” (Kıyamet alâmetleri), “Fiten” ve “Melâhim” gibi başlıklarla yer alan bölümlerde, Kıyametin yaklaştığını belirten bir takım işaretler anlatılmaktadır. Kelâm kaynaklarında da geçen, “Büyük ve Küçük Kıyamet alâmetleri” şeklinde tasnife tabî tutulan işaretlerden biri de, Hz. İsa'nın nüzulü, yani dünyanın sonu gelmeden önce yeryüzüne inmesidir ki, Kıyâmet'in büyük alâmetleri arasında sayılmaktadır.

İşte İslâm âlimlerinin çoğu bundan hareketle Hz. İsa'nın dünyanın sonu gelmeden önce, yeryüzüne inmesini bir Kıyamet alâmeti olarak telâkkî etmiş ve yazdıkları eserlerde bu düşünceyi açıkça ifade etmiştir. Dolayısıyla Kıyamet alâmetleri içinde Nüzûl-i İsa ayrı bir önem arzetmiştir. Aynı düşünce doğrultusunda müslümanlar, Hz. İsa'nın gelmesini beklemişlerdir. Hattâ birtakım insanlar söz konusu hâdiseye öylesine inanmışlardır ki, içlerinden bazıları, Hz. İsa'nın ineceği yer olarak hadis rivayetlerinde geçen Şam'daki Ümeyye Camii'nin beyaz minaresinin yanında bir at hazırlamış, onun geldikten sonra bu ata binmesini ve yeryüzündeki zulümleri kaldırarak adaleti gerçekleştirmesini beklemişlerdir.”

Hz. İsa'nın nüzulü hâdisesinin, İslâm’ın birinci temel kaynağı olan Kur'an'da geçip geçmediği hususu tartışma konusu yapılmıştır. Nüzûl-i İsa'ya delil olarak ileri sürülen âyetler de sarih değildir. İşârî olarak geçtiği iddiası ise ihtilâfa yol açmıştır, ilgili âyetlerden Nüzûl-i İsa'ya işaret çıkarmak mümkün olmakla birlikte, bu delillerin çok güçlü olduğu söylenemez.

Aslında Nüzûl-i İsa'ya dayanak olarak gösterilen âyetleri doğru anlayıp iyi okuyabilmek, Hz. İsa'nın ölümünü (vefatını) konu alan ve bize göre sarih olmayan âyetleri anlamaya da bağlıdır. Kur'an'ın ifâdesine göre, Hz. İsa'nın yahudiler tarafından öldürülmediği ve Çarmıh'a gerilmediği çok açıktır ve bu konuda müslümanlar arasında ihtilâf da yoktur. Asıl ihtilâf. İsa (a.s)'ın vefatıyla birlikte değerlendirilmesi gereken ref (göğe yükselme) meselesi üzerindedir. “Ref” kavramına yüklenen farklı mânâlar, yine değişik yorumları beraberinde getirmiştir. Biz bu yorumlara tekrar değinmek istemiyoruz. Ancak şu kadarını söylemeliyiz ki, Hz. İsa'nın ref’ini anlatan âyeti, “Allah, Hz. İsa'yı bedeni ve ruhu ile diri olarak kendi katına veya semâya yükseltmiştir” şeklinde anlayanlar, ''şu anda Hz. İsa'nın diri olduğu, dolayısıyla zamanı gelince tekrar yeryüzüne ineceği” sonucunu çıkarmaktadırlar.

İslâmiyet’in ikinci temel kaynağı kabul edilen hadislere gelince; “Nüzûl-i İsa” meselesi, Hz. Peygamber'in sözlerinde geçmektedir. Hadis kaynaklarını incelediğimizde; Kütüb-i Sitte'nin tamamında, Mâlik b. Enes (v.!79/795)'in Muvatta'ında, Tayâlisî (v.204/819), Humeydî (v.219/834) ve Ahmed b. Hanbel (v.241/855)'in Müsned'Ierinde, Abdürrezzâk (v.211/826)'ın Musannefinde, Hâkim en-Nisâburî (v.405/1014)'nin el-Müstedrek'inde ve Heysemî (v.807/1404)'nin Mecmeu'z-Zevâid'inde Nüzûl-i İsa ile ilgili çok sayıda hadisin yer aldığını görüyoruz.

Bu ana hadis kaynaklarının dışında, muhtevasında fiten hadislerine ve Kıyamet alâmetlerine yer veren, veya konusunu Nüzûl-i İsa meselesine hasreden birtakım kaynak ve araştırmalarda da söz konusu hâdiseye ait değişik sayıda hadisler sıralanmaktadır. Örneğin, Nuaym b. Hammad (v.430/1038), Hz. İsa'nın nüzulüne dâir yirmi iki (22) hadis zikretmektedir ki bunlar, Kütüb-i Sitte'de geçen bazı hadislerle beraber, mitolojik üsluplu rivayetleri de içine almaktadır. İbn Mende (v.395/1004), “Hz. İsa'nın nüzulüne ve Deccal'ı öldüreceğine inanmanın vücûbu'' başlığı altında konuyu incelemektedir. es-Sülemî (v.658/1259), mevzûmuzla ilgili on (10) kadar hadise yer vermiştir. es-Suyûtî (v.911/1505) ise, özel olarak bu konuyu işlediği çalışmasında, “hadislerde ve asar (sahabe sözü)'nde Mesih b. Meryem'in nüzulü hakkında geçenler” başlığıyla altmış yedi (67) hadis ve asar nakletmiştir. Muasır âlimlerin çalışmalarına gelince; onlardan Sıddîk el-Gumârî, Nüzûl-i İsa ile ilgili olarak altmış bir (61) hadis kaydetmiş, Abdülkâdir Ata konuya dâir otuz dört (34), Muhammed Halil Herrâs on beş (15), el-Keşmîrî ise yetmiş beş (75) hadis toplamış ve bu hadisler Abdülfettâh Ebû Gudde (v. 1417/1997) tarafından ta'lik edilerek önemli izahlar getirilmiştir. Diğer taraftan, doğrudan İsa (a.s)'ın nüzulünden bahseden hadis rivayetlerinin yanında, Deccal'den söz eden rivayetlerde de nüzul hâdisesi geçmektedir.

Bu hadisleri hadis usûlü açısından bir tenkide tabî tuttuğumuzda karşımıza, sıhhatinde şüphe olmayan rivayetlerle birlikte zayıf rivayetler de çıkmaktadır.

Hadislerin hepsinde ortak nokta, Hz. İsa'nın Kıyametten önce yeryüzüne ineceği, Deccal'ı öldüreceği ve yeryüzünde İslâm’ı hâkim kılarak adaletle hükmedeceğidir.

Hadislerin değerlendirilmesinde sened tenkidi kadar metin tenkidinin de önemli olduğunu biliyoruz. Nüzûl-i İsa'dan bahseden hadisler metin açısından incelendiğinde şu hususlar dikkatimizi çekmektedir: Öncelikle “Nüzûl-i İsa” meselesi, hadis kaynaklarında, yukarıda işaret ettiğimiz ve çerçevesini çizdiğimiz ana temanın dışında farklı şekillerde geçmektedir.

Şarihler, görülen bu farklılıkları bağdaştırmaya çalışmışlar; hattâ bazı yorumlarında hadisleri oldukça müşahhaslaştırmışlardır. Yalnız rivayetler arasındaki farklılıklar, İbn Mâce'nin kaydettiği Ebû Ümâme el-Bahilî'nin hadisi hariç tutulursa, Kütüb-i Sitte'de bulunmamaktadır. Teferruata dâir olan farklılıklar daha çok, Hz. İsa'nın, nüzulünden sonra yapacağı icraatlar ve o dönemde meydana gelecek bazı hâdiselerle ilgilidir. Meselenin teferruat kazanmasında İsrâiliyyât'ın etkisi olabileceği gibi, râvîlerin, Hz. Peygamber'den işittiklerini kendi anladıkları şekilde, uygun bir ifadeyle nakletmeleri veya bazı şahsî mütalâalarını eklemelerinin de rolü olabilir.

Aşağıda zikredeceğimiz birkaç soruya cevap arama noktasında yoğunlaşmamız gerektiğini düşünüyoruz. Konumuzla ilgili tespit edebildiğimiz sorular şöyledir: Hadis metinlerinin hemen hepsinde geçen “Nüzûl-i İsa” ifadesi zahirî mânâsı üzerine mi kabul edilecektir, yoksa birtakım te'villere mi gidilecektir? Zahirî mânâ esas alınacaksa. Nüzûl-i İsa nasıl anlaşılacaktır? Nüzûl-i İsa hakkında te'villere gidilecekse, kriterlerimiz neye göre ortaya konacaktır? Herkesin çok iyi bildiği gibi, bu soruların gündeme gelme sebebi, “Nüzûl-i İsa” ifadesinin, gayba ve geleceğe dâir bir haber niteliği taşımasıdır. Elbette bu da bizim işimizi zorlaştırmaktadır.

Biz, bu tür haberlerin te'vil edilip edilmeyeceği hususunda âlimlerimizin çok farklı görüşlerini burada zikrederek sözü uzatmak yerine, sadece bir görüşü aşağıda nakledip, kendi kanaatimizi ifâde etmek istiyoruz. Özet olarak vermeyi istediğimiz görüş sudur: “Bir rivayetin zahirî ifadesi, teklif sırrına, imtihan prensibine, beşeriyet alemindeki geçerli olan ilâhî kanunlara ters ise, o rivayet -sahîh olmak kaydıyla- te'vil edilmelidir. Nüzûl-i İsa hadisleri bu nevîdendir. Mantık sınırlarını zorlayan ve oldukça detay ifâde eden bazı hadislere râvîlerin sözleri karışmıştır. Sahabe döneminde müslüman olan bazı Ehl-i Kitab âlimleri eski ma'lumatlarını bu hadislere karıştırmışlardır. Ayrıca hadislerin bir kısmı da müteşabihtir Lafzın zahirine mânâ verilmesi doğru değildir... Bu görüşü dikkate aldığımızı ve ilmî açıdan saygı duyduğumuzu belirtmekle birlikte bizim tercihimiz, “Nüzûl-i İsa” meselesinin te'vil edilmemesinden yanadır. Böyle bir tercihe yönelmemizin sebeplerinden biri, hadislerde lafzın anlaşılabilmesi ve özellikle ana nokta üzerinde kendi aralarında bir çatışmanın olmamasıdır. Diğer taraftan bizim geleceğe dâir bir konu etrafında yapacağımız yorumlar, ancak bizi ve günümüzü bağlayacak, dolayısıyla birkaç asır sonrasının insanı için bir şey ifâde etmeyebilecek veya kafaları karıştırmaktan başka işe yaramayacaktır. Yapacağımız te'villerin isabet kaydetme ihtimalinden daha çok isabet kaydetmeme ihtimali vardır. Bu arada, sahih olan dînî metinlerde sembolizme, te'vile kaçmanın pek doğru görülmediğini, metni te'vil edeceğim derken dîni sulandırmak ve dinden olmayan pek çok şeyi din gibi göstermek ihtimalinin her zaman olduğunu, bu yüzden dînî metinlerin zaman ve mekân üstü boyutunun da gözden uzak tutulmaması gerektiğini hatırlatmak istiyoruz.

Nüzûl-i İsa'yı hadislerde geçtiği şekliyle zahiri olarak anlamaya çalıştığımızda da çok zorlanacağımızın farkındayız. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki; nüzul hâdisesinin, öyle bir şahsın (Hz. İsa'nın) mücessem olarak inip başka bir şahsı (Deccal'ı) öldürmesi ve bütün dünyada barışı bir anda gerçekleştirivermesiyle izah edilecek basit bir olay olmadığının iyi algılanması gerekmektedir. Bu bağlamda Nüzûl-i İsa meselesini, “İslâm-Hıristiyan ittifakı” şeklinde yorumlayanlar, “hayrın galebe çalması olarak anlayanlar ve hadislerden, “Kıyâmet'ten önce İsa'nın ruhu yani ümmetinin İslâmiyet’e döneceğinin” anlaşılması gerektiğini söyleyenler dikkatimizi çekmekle birlikte, bu doğrultudaki ifâdelerin bazı hadis metinlerinde açıkça geçtiğini de vurgulamalıyız. Sözünü ettiğimiz ifâdelere göre Hz. İsa, insanlarla İslâm için savaşacaktır. Hıristiyanlar'ın haç'ını kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. Onun zamanında Allah milletlerin hepsini helak edecek ve sadece İslâm kalacaktır... Hattâ cizyenin kaldırılmasından maksadın ne olduğu hususunda ileri sürülen görüşlerden birine göre, Hz. İsa indiğinde din tek yani İslâm olacak, cizye verecek bir zimmet ehli kalmayacaktır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, hadis kaynaklarında daha çok “Eşrâtu's-sâa” veya “Fiten” bölümü içerisinde yer alan Nüzûl-i İsa hadisleri, gayba dâir bir takım bilgileri ihtiva etmektedir, işte asırlarca, geleceğe dâir haberlerin Hz. Peygamber'e aidiyeti tartışma konusu olmuştur. Nüzûl-i İsa hakkındaki hadisler de bu tartışmanın içindedir.

Bu hususta bilmemiz gereken şey, Kur'an'ın bakış açısına göre gaybî haberlerin ilâhî kaynaklı olduğudur. Beşerin kendi imkânları ile gaybdan haber vermesi imkânsızdır. Kur'an'ın şarihi durumundaki Hz. Peygambere de vahiy yoluyla bazı gayb haberlerin bildirildiği Kur'an da yer almıştır. O'na gelen vahiylerin tamamı Kur'an'da yer almadığına göre, bir kısmının gayr-i metlûv şeklinde bildirilmiş olabileceği ve bu haberlerin de hadis kitaplarında yer alabileceği tabiî karşılanabilir. Peygamber(s.a.v.)'in kendisinden sonra meydana gelecek olaylar hakkında-Nüzûl-i İsa hadisesinde olduğu gibi- tafsîlî bilgiler verdiğine dair, rivayetlerin sıhhati konusundaki tereddütlere katılmakla beraber, ondan gelen bütün gaybî haberleri yok saymak ve bunların hiçbir değeri olmadığını söylemek, büyük bir iddiayı gerektirmektedir. Bizim burada tahlil etmemiz gereken şey, bu tür haberlerin müslüman'ın hayatını ne ölçüde bağladığıdır.

Elbetteki Nüzûl-i İsa'ya ait olanların da dâhil olduğu fiten hadislerinin bir kısmı yahudi ve hıristiyan Apokaliptisizmi'nden **** nasibini almış; fiten edebiyatı ile apokaliptik edebiyat, ortaya koydukları malzeme açısından birbiriyle örtüşmüş veya gözardı edilemeyecek benzerlikler sergilemiştir. Yahudilik ve Hıristiyanlığın zaman olarak İslâmiyet’ten önce tarih sahnesine çıkması, dolayısıyla kültürel etkileşim, gelecekle ilgili bazı unsurların hadislere karışmasına yol açabilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber'in vefatından sonra özellikle Hz. Osman'ın halifeliği ile başlayan birtakım siyasî çalkantılar, bazı grupların kendi görüşlerini destekleyecek şekilde hadis uydurmalarına sebep olmuştur. Fakat bütün bunlar, “gayba dâir haberleri ihtiva eden hadislerin tamamının Hz. Peygamber'e ait olmadığı, onun tarafından söylenmediği” şeklinde bir iddiayı kesinleştirecek kadar açık değildir. Öyleyse bu tür hadisler değerlendirilirken, bilhassa mitolojik üslup taşıyanlar ciddî bir incelemeye ve ayırıma tabî tutulmalıdır.

Diğer taraftan şu ayrıntıya da dikkat çekmek istiyoruz: inceleyebildiğimiz kadarıyla Hz. İsa'nın nüzulüne dâir hadisleri rivayet eden bir veya birkaç değil, çok sayıda sahabî vardır. Sened zinciri içerisinde yer alan sahabîlerin ve diğer şahısların tamamına yönelik bir güven bunalımından söz etmenin haksızlık olduğu kanaatindeyiz. Bir de râvîlerin hepsinin, nüzul olayını-farzedelim ki Hz. Peygamber, yahudi ve hıristiyan kültüründen bahsetmişse İslâm'danmış gibi algılayıp o şekilde aktarmaları pek mümkün görünmemektedir.

Burada yeri gelmişken mutlaka vuzuha kavuşturulması gereken hususlardan biri, “Hz. İsa'nın yeryüzüne tekrar geleceğine dâir inancın esas olarak Hıristiyanlık'ta olduğu, konuyla ilgili rivayetlerin tamamının hıristiyan kültürünün izlerini taşıyan Mesihiyyât türü nakillerden oluştuğu, dolayısıyla bunu İslâm’ın kabul etmesinin mümkün olmadığı” şeklindeki yaklaşımlardır. Biz, bu tür ön yargılı bir yaklaşımın yanlış sonuçlar doğurabileceği kanaatini taşıyoruz. Bizi böyle bir kanaate sevk eden âmil, her ne kadar farklı zamanlarda ortaya çıksalar da bütün ilâhî dinlerin aslının tevhid inancına dayandığı, pek çok inanç ve ibadet esaslarını paylaştıkları gerçeğidir. Aslında bir müslüman, herhangi bir şeyi din adına kabul veya reddederken, başka dinlere göre onu değerlendirme durumunda değildir. Yani onu bağlayan şey, kabul ya da reddettiği hususun başka dinlerde yer bulması değil, inandığı Kutsal Kitabı'ndaki mevcudiyetidir. Şayet bu hassasiyete dikkat edilmezse, diğer ilâhî dinlerde de söz konusu olan bir çok eylemi uygulamada sıkıntıya düşülebilir. Bunları söylerken bir müslüman için, mensubu olduğu dînin aslına (özüne) karışmış ve “din” olarak telâkkî edilmiş bir takım unsurları ayıklama gayretinin zarûriyet arzettiğini biliyoruz.

Nüzûl-i İsa'ya dâir rivayetler incelendiğinde, detay diyebileceğimiz bilgilerden bir kısmının, iki din (Hıristiyanlık-İslâmiyet) açısından bazı benzerlikler veya paralellikler ihtiva etmesi, elbette ilgimizi çekmektedir. Fakat rivayetlerin tümünü hıristiyan kültürüne hasretmek, hiçbirinin Hz. Peygamber’e ait olmadığını söylemek, büyük bir iddiayı gerektirmektedir. Bir kere hiçbir dinin -özellikle dinler arası diyalogun sık sık gündeme geldiği ve bütün dinlerin birbirlerini iyi tanımaları gerektiğinin vurgulandığı bir döneme girildiği de dikkate alınırsa-, birbirinden çekinmesi veya diğerini, kendisini taklid etmekle itham etmesi sağlıklı bir yaklaşım değildir. Kaldı ki, ileride açıklamaya çalışacağımız gibi, hayata ve dünyaya çok değişik açılardan bakan İslâmiyet ve Hıristiyanlığın Mesih anlayışı da temelde büyük farklılıkları içermektedir. Bu farklılıklar iyi tespit edilerek net bir şekilde ortaya konulur ve bir müslüman'ın söz konusu meseleye nasıl yaklaşması gerektiği iyi vurgulanabilirse, o zaman problem kendiliğinden çözülecek; “Hıristiyanlığa prim verme' şeklinde zihinlerde oluşabilecek birtakım endişeler büyük ölçüde izale edilecektir.

Bize göre, Allah Rasûlü, Hz. İsa'nın Kıyâmet'ten önce yeryüzüne ineceğini anlatırken, bir iman esasını (akideyi) ortaya koymak için bunları zikretmemiştir. Kanaatimizce onun bu konudaki açıklamaları, hem âhir zamanda meydana gelecek bazı hâdiseleri haber vererek müslümanların hazırlıklı olmalarını sağlamaya yönelik olabilir, yani tahzir mâhiyetinde düşünülebilir; hem de Kıyâmet'e yakın büyük fitnelere maruz kalacak müslümanlara belki bir müjde veya teselli vermeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla Nüzûl-i İsa meselesi, Allah'a veya Peygamber'e iman gibi herkesin inanmak zorunda olduğu esaslar çerçevesinde düşünülmemelidir. Konuya ait rivayetlerin senedleri kat'î olsa da delâletleri kat’i değildir. Nüzûl-i İsa'dan bahseden nasslar, haber-i vahidin meşhur kısmından kabul edilse bile, İsa(a.s.)'ın Kıyâmet'ten önce yeryüzüne ineceğini inkâr eden bir kimse, kesin delille sabit olan bir konuyu reddetmiş sayılmayacağı için tekfir edilemez. Zira böyle bir inkârda Hz. Peygamber'i değil, ikinci asrın âlimlerini hatâya nisbet ediş vardır. Demek ki Nüzûl-i İsa, itikâdî bir mesele sayılamayacağına ve bunun isbatı için ortaya konan deliller ve bunların delâletleri inkâr edeni dinden çıkaracak derecede kat'î olmadığına göre, bu meseleye inanmayanı küfürle ve sapıklıkla itham etmek doğru bir yaklaşım olmayacağı gibi; birtakım olumsuzluklar var diye Hz. İsa'nın nüzulünü anlatan hadislerin tamamını yok saymak da doğru değildir. Nüzûl-i İsa hadislerini kabul etmenin pratik hayatta bir faydası yoktur. Sadece bir müslümanın düşüncesine yön vermesi veya onu psikolojik açıdan rahatlatması söz konusu olabilir. Yalnız Hz. İsa'nın nüzulünü insanların olumsuz algılamaları, bu konuyla ilgili rivayetlere olumsuz bakmayı gerektirmemeli; aksine bu rivayetler, en azından bir bilgi olarak değerlendirilmeli ve İslâm kültürünün bir zenginliği olarak kabul edilebilmelidir. Bizim tercih ettiğimiz yaklaşım budur.

Aslında bilgi içeriği açısından Hz. İsa'nın nüzulü, aklın imkân dahilinde görebildiği bir olaydır, ancak bir kanun değildir. Zaten müslüman Nüzûl-i İsa'dan daha fazlasına, yani Hz. Peygamber'in haber verdiği ve gözüyle görmediği pek çok şeye inanmıştır. Üzerinde durmaya çalıştığımız hadise ise, bir müslüman için olabilirlik açısından diğer inandığı şeylere nisbetle sıradan bir olay sayılabilir. “Nüzûl-i İsa, Allah'ın bu kâinatta geçerli kıldığı kanunlara terstir, veya aklın imkânsız kabul ettiği bir olaydır” şeklindeki mantıktan hareketle meseleyi çözmek, bize çok tutarlı gibi gözükmemektedir. Belki de problem, Kur'an'daki mu'cize mantığını dikkate almamamızda veya gözardı etmemizde ve her sistemin kendi kuralları içinde çalıştığını unutarak, fizikî âlemdeki bir kuralı, fizik ötesi bir varlığa uygulamaya kalkmamızda yatmaktadır. Allahu Teâlâ'nın bütün sebeplerin üzerinde ve o sebepleri yaratan olduğunu, yine istediği zaman kâinattaki düzeni durdurma yahut onun dışına çıkma hakkı ve kudretinin de O'na ait olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat böyle olağanüstü bir hadise Kur'an'da belirtilmemişse, bunu Allah'ın kudretiyle kıyaslayarak, kesin olacaktır diyemeyiz. Sadece ihtimal dahilinde olduğunu düşünürüz. Kur'an'da Hz. İsa'nın inmeyeceğine dâir de bir bilgi geçmemekle birlikte, bu mesele, mutlaka inanılması gereken bir şey olsaydı, Kur'an'da açıkça zikredilirdi. İşte bu durumda, müslümanın yaklaşımı ve alacağı tavır gayet açıktır. Hz. İsa'nın yeniden dünyaya gelmesi söz konusu ise, İslâm’ı din olarak seçenlerin hayatında fazla bir değişiklik olmayacaktır. Zira her müslüman, daha önceden İsa (a.s.)'ın peygamberliğini tasdik etmiştir. Artık din de tamamlanmıştır. Hz. İsa, Kur'an'a yeni bir şey ilave edecek değildir. Öyleyse müslümana düşen, Hz. İsa'nın nüzulünü bekleyip durmak değil, kendi izzet ve şerefine yakışır bir kul olabilmenin çabasına düşmektir.

-Nüzûl-i İsa'dan söz eden rivayetlerle ilgili yukarıdaki değerlendirmelerden sonra şunları söyleyebiliriz: Her şeyden önce İslâm’ın Kutsal Kitabı Kur'an-ı Kerim, yahudi ve hıristiyanların “Mesih inancı” hakkındaki görüşlerine hiç iltifat etmemiştir. Kur'an, müslümanlardan ne diğer inanç sistemlerinde yer alan şu veya bu şahsiyeti, ne yahudilerin millî Mesih'ini, ne de hıristiyanların beklediği Mesih olan Hz. İsa'yı bir kurtarıcı olarak algılamalarını istemektedir. Kur'an'da geçen Mesih teriminden anlaşılması gerekenin, Hz. İsa olduğunu daha önce ifade etmiştik. Hz. İsa hakkında en ciddî bilgi kaynağı olan Kur'an, yine kendisine inananlardan. sadece onun kim olduğunu anlamalarını değil, aynı zamanda onu daha çok sevmelerini ve saymalarını önermekte, diğer kaynakların sağlayamadığı perspektifi onlara sunmaktadır. Kur'an'a göre Hz. İsa bu dünyaya gönderilen Peygamberler halkasından birini teşkil etmektedir. O, kendinden önce gelen Peygamberlerin rehberliğini ve öğretilerini yeniden teyid ettiği gibi, kendinden sonra gelecek olanınkini de hazırlamaya koyulan bir elçidir. Hz. İsa'nın kurtarıcı özelliği olmadığı gibi, insanları yargılama ve bağışlama yetkisi de yoktur. Âhiret gününde insanları hesaba çekme yetkisi sadece Allah'a aittir. Halbuki Hıristiyanlık, tüm imanlıların Mesih (İsa)'nın yargı kürsüsü önünde mutlaka duracağını, Tanrı'nın yargı görevini oğlu İsa Mesih'e aktardığını, ölüleri ve dirileri yargılayacak olanın ancak İsa-Mesih olduğunu iddia etmekte ve bu iddiayı bir dogma olarak ortaya koymaktadır.

Aslında Hıristiyanlık'la İslâmiyet’in başından beri “Nüzûl-i İsa” diye kısaltarak açıklamaya çalıştığımız “Mesih inancı”nı doğru okuyabilmek için bu iki dînin tarihe bakış açısını da irdelemek gerekmektedir. Böyle bir karşılaştırmada şu ayrıntılar bizim için önem arzetmektedir: “Âdem ve Havva'nın Cennet'ten çıkarılışı, insanoğlunun Tanrı'dan yabancılaşmasıdır ve tarih, insanoğluna bu yabancılaşmayı aşması için verilmiş bir şanstır, İslâm’ın tarihe bakış açısı Hıristiyanlığınkinden birkaç sebepten dolayı farklılık arzetmektedir. En önemli fark ise şudur: Hıristiyanlıkta “ikinci geliş”in gerçekleşmesi ile tarih sona erecek ve İsa'nın kendini feda etmesi sayesinde yabancılaşmanın üstesinden gelinecektir, İslâm’da ise tarih sonu açık uçludur, sona ermemiştir ve yabancılaşmanın aşılacağına dâir hiçbir garanti verilmemiştir. Kur'an'a göre hüküm günü ne Peygamber, ne de melekler Allah'ın izni olmaksızın insanların lehine müdahalede bulunabileceklerdir.

Hıristiyanlık tarih görüşüne göre, tarih bir çürüme sürecidir. Tarihi kendi eylemleriyle yapan insan değil, Tanrı'dır. Her şey Tanrı'nın yönetimi altında ve ilâhî bir plâna göre yürümektedir, insan, günahkâr olduğu için kendi çaba ve eylemleriyle tarihsel sürece yön verememekte ve sadece tarihin nesnesi durumuna düşmektedir. Bu uzun süreçte insanın yeryüzündeki serüveninin hiçbir anlamı ve amacı yoktur.

İslâm’ı kendinden önceki İbrahimî dinlerden ayıran en önemli özellik, eyleme dönük değişimci yönüdür, insan, birey ve toplum olarak tarihe müdahale edebilir, insanı hem bu dünyada hem de öte dünyada kurtaracak olan belli şahsiyetler değil, amel-i salihdir. İnsan, nesnel, tarihsel yasaların pasif nesnesi değil; toplumsal değişimin öznesidir. İslâm, Allah'ın insanlık tarihine müdahalesine de inanmaktadır, ilâhî irade, tarihe çeşitli biçimlerde müdahale etmektedir. En önemli ve kurtarıcı olan müdahale biçimi, Allah'ın insanı tarih boyunca kendi başına bırakmayarak ona rehber elçiler ve kutsal öğretiler göndererek yol göstermesi biçimindedir. Buna göre tarihsel süreçte insan denenmektedir, insan kendinden öncekilerin yaptıklarından sorumlu olmadığı gibi, özerk anlamda kendi eylemiyle kendini kurtarabilecek bir yetkinlikte de değildir. Yaptığı iyilikler ve erdemli davranışlarla, kendi kurtuluşunu kendisi gerçekleştirecektir; fakat ilâhî Öğreti'nin rehberliği de kaçınılmazdır. Aksi takdirde kılavuzsuz kalacak ve arzulanan hedefe ulaşamayacaktır...

Hıristiyanlık ve İslâmiyet'in tarihe bakışına ilişkin yukarıda yapmaya çalıştığımız ayırıma paralel olarak, söz konusu iki dînin dünya karşısındaki tutumunun bilinmesi. Nüzûl-i İsa meselesinin çözümlenmesinde bize yardımcı olacaktır.

Her ne kadar bugünkü Hıristiyanlık âleminde dünyaya bakış farklı algılanabiliyor, dünya ile uzlaşıcı ve kabullenici bir tutum sergileniyorsa da, aslında gerçek Hıristiyanlık, dünya ve içinde yaşayan topluluklar karşısında ilgisizdir. hıristiyanlar, dünyadan, dünyanın sonuna inandıkları için yüz çevirmektedirler. Onlara göre İsa-Mesih'in gelişi, dolayısıyla Tanrısal Krallığın kurulması yakındır. Bu sebeple dünyaya değer vermenin bir anlamı yoktur. İslâmiyet'in dünya karşısındaki tutumu ise, Hıristiyanlığınkinden daha az komplekstir, İslâm dünyayı benimsemekte, ona galip gelmeye gayret etmektedir. Aynı zamanda onu tam olarak hayatın tüm safhalarında biçimlendirmeye çalışmaktadır. İlâhî kanunun evrensel dîni olan İslâmiyet, bu kanunla hayatın kutsal dışı alanlarını bile düzenlemeyi hedeflemektedir.

İslâm öğretisi, tavsiye ettiği kurtuluş reçetesi ve buna ulaşmak için gösterdiği yollar bakımından çok farklı bir program önermektedir. İslâm'ın kurtuluş programı, daha önce tarih sahnesinde yer almış ve hayat sürecini tamamlamış olan bir şahsiyet (Hz. İsa)'nın bize göre meçhul olan bir zaman diliminde tekrar dünyaya gelerek Tanrı'nın Krallığı'nı kurmasına endeksli değildir. Bu programın özünü, insanın Allah'a, âhirete ve dünyaya yabancılaşmadan ilâhî Öğreti doğrultusunda dengeli bir yaşam oluşturmaktadır.

İslâm bize göre, dünyevî bir Cennet vaat etmediği gibi, muhayyel bir Kurtarıcı'yı da beklemememizi önermektedir. Zira İslâm'a göre gerçek Cennet öte-dünyadadır. Bu Cennet'e kavuşabilmenin yolları ise net bir şekilde açıklanmıştır. İnsan, yapısı itibariyle, mükemmeli gerçekleştirebilecek durumda değildir. Fakat Kurtarıcı Mesih veya Mehdi fikrine kapılarak tarihin nesnesi konumuna düşmek zorunda da değildir. Her müslüman bu ayrıntıyı dikkate alırken; ilim adamlarına ve belki de bize düşen, ütopik gelecek tasarımlarıyla zihinleri bulandırmak değil, Nüzûl-i İsa ve buna benzer meseleler için sahîh bir sünnet çerçevesi oluşturmaktır.

Şunu özellikle belirtmeliyiz ki; gerçekten Nüzûl-i İsa meselesi, müslümanların bilincinde hıristiyanlar kadar fazla bir yer işgal etmemektedir. Zaten buna dayanarak hiçbir müslüman, Kur'an ve Sünnet'in kendisine yüklediği sorumluluklardan kaçamayacaktır.

İslâm’da kurtarıcı ne Hazret-i İsa'dır, ne de Hz. Muhammed'dir. Kurtarıcı olan, Kutsal Kitap (Kur'an-ı Kerim)'dir. müslüman, İlâhî Öğreti'nin rehberliğinde kendi kurtuluşunu bizzat kendisi ilân edebilecek konumdadır. Şayet müslümanlar, Kutsal Kitab'ın kendileri için belirlediği misyonun içinde yer almaz ve sorumluluklarını unuturlarsa, herhangi bir zamanda ortaya çıkacak Mesih veya Mehdi'nin onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Bu yüzden müslümanların yıllarca Mesih ya da Mehdi bekleyerek hayatlarını onlara adamaları yerine, Allah'a ve onun çizdiği hayat programına adayarak, durmaksızın çalışmaları ve dünya-âhiret dengesini iyi kurmaları, en tutarlı yol olsa gerektir. V'allâhu a'lem. n

--------------------------------------------------------------------------------

Dipnotlar:

(*) Bu Makale, Dinler Tarihi bilim dalında, 1999 yılında tamamlanan “İslam Kaynaklarına Göre Hz. İsa’nın akibeti Meselesi” adlı doktora tezinin küçük ilavelerle bir özetidir.

(**) Mesih: Istılâhî olarak pekçok tarihî anlamı kapsamakla beraber, “âhir zamanda Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilecek ve yeryüzünü hâkimiyeti altına alarak, insanlara doğru yolu gösterecek bir Peygamber veya dînî lider” şeklinde tarif edilebilecek özel bir anlamı da ihtiva etmektedir (bkz. Ekrem Sarıkçıoğlu, Dinlerde Mehdi Tasavvurları. Samsun. 1997, s. 15; Şinasi Gündüz. “Mesih”. Din ve inanç Sözlüğü. Ankara. 199S. s. 258).

(***) Eski Ahit: Kitabı Mukaddesin hem yahudiler hem de hıristiyanlarca kutsal kabul edilen ilk kısmı (bkz. S. Gündüz, age.. s. 120).

(****) Apokaliptik Literatür: Apokalips “vahiy” ya da “gizli olanı ifşa etme, açma” anlamlarına gelir. Apokaliptik metinler, normalde gizli olan şeyleri ifşa etme veya gelecekle ilgili birtakım bilgiler verme muhtevasında olan metinlerdir. Yahudi Apokaliptik metinleri yaklaşık olarak M.Ö. 200-M.S.100 tarihleri arasına aittir. Bunlar arasında Daniel'in Kitabı. Enoch'un Kitabı. Enoch'un Sırları Kitabı, ibrahim'in Vahyi. Âdem'in Vahyi ve Baruch'un Vahyi gibi metinler bulunur. Diğer taraftan Pavlus'un Vahyi ve Peter'in Vahyi gibi metinler ise Hıristiyan Apokaliptik metinleri arasında yer alır (bkz. Ş. Gündüz, a.g.e., s. 37).

Dr.M.Sami Baybal *
İlkadım Dergisi, 2004 Mayıs