Zehirli | Konular | Kitaplar

MEZHEBSİZLİK TEHLİKESİ VE HAK MEZHEBLER


Mezhebleri Kim Tartışıyor?

Günümüz İslam Dünyasında en çok tartışılan dini meselelerin başında, bir mezhebe bağlı olmak konusu geliyor. Özellikle oryantalistlerden etkilenen bir zümre var ki, mezheb kelimesini duyduklarında hemen karşı çıkarak; “Ne gerek var canım bir mezhebe uymaya? Hz. Peygamber zamanında mezheb mi vardı sanki? Eski alimlere uymaya ne gerek var, biz de alimiz, elimizde hadis var, Kur’an var, biz anladığımız gibi hüküm verir, ona göre amel ederiz” diye cesurca (!) bir tavır sergiliyorlar.

Kendilerini ‘alimler üstü’ gören, ancak gerçekte Sahabe ve Tabiin’den başlayarak oluşan İslam ilmi geleneği içerisinde bir yerleri olmayan böyle kimselere, olsa olsa ‘din bilimi araştırmacısı’ veya ‘din-bilim adamı’ denilebilir. Aldıkları akla ve felsefeye dayalı ‘teoloji’ (din bilimi) eğitimi ile Kur’an-ı Kerim’i kendi ‘modern’ anlayışlarına göre yorumlayıp, hadislerden sadece işlerine geleni kabul etmektedirler.

İslami ilim usulüne göre ilmî yeterlikleri olmadığı halde, mezhebleri, Kur’an ve Sünnet dışı birer ayrılık unsuruymuş gibi gösteren bu kimseler, bu halleri ile de İslam’ı içten çökertmeye çalışan müsteşriklere hizmet etmektedirler. Elbette, her ilahiyat (teoloji) eğitimi alan kişinin aynı durumda ve görüşte olduğunu söylemek doğru değildir.

Ayrıca, Ehl-i Sünnet çizgisinin dışına çıkarak, mezheb imamlarını eleştirenler bunlardan ibaret değildir. İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde, Mısır, İran, Hindistan gibi ülkelerdeki bid’at ehli bir çok fırka da ülkemizde kendilerine yandaşlar bulabilmekte ve çoğu defa sapık itikatlarını gizleyerek, İslam adına gazetelerde, dergilerde ve internet sitelerinde yazılar yazmakta, talebe yetiştirmekte, konferanslar vermektedir.

Kimisi ‘Selefilik’ adına, İslam’ın ilk dönem kaynaklarına doğrudan ve yorumsuz olarak bağlı kalınmasını isterken. Kimileri de daha derlemeci (eklektik) davranarak, büyük İslam alimlerine muhalefet ederek, biraz modern-batılı, biraz gelenekselci ve en çok da kendi benliklerini her görüşün önüne çıkarır tarzda hareket etmektedirler.

Oysa İslam; ilim, amel ve ihlas (ahlak) sac ayakları üzerine yükselen bir dindir. İslami tecrübede ilmin ve alimin, doğrudan, sözlü olarak bir alimden alınması, sağlam bir silsile ile Resulullah (sav) Efendimize dayanan bir mesnedinin olması gerekir. Müslüman alimlerin ilmi alma, yorumlama ve aktarma metodu, kendi içerisinde bir bütünlük arz etmektedir.

Kur’an’a direk saldırmaları halinde geri tepeceğini bilen uyanık din düşmanları, uyuyan cahil Müslümanları emellerine alet ederek, gerçek İslam’a götüren her şeyi ortadan kaldırmayı hedeflemektedirler. Dolayısıyla önce alimlere sonra da İslam’ın anlaşılmasında önemli bir konuma sahip olan Mezheblere saldırılmakta, mezhebsizlik mikrobu genç neslin kalbine sinsice zerk edilmeye çalışılmaktadır.

Bu yüzden biz de bu sayımızda İslam’ın kalelerinden birisi olan Hak ve Sünnet ehli Mezheblerle alakalı bilinmesi ve dikkat edilmesi gerekenleri sizlere aktarmayı vazife bildik.

Müçtehid Alimlere Olan İhtiyaç

Öncelikle bilinmelidir ki din bir bütündür ve her yönüyle sağlam bir şekilde bilmeyenlerin ve yaşamayanların yanlış yapması kaçınılmazdır. Böyle bir yanlışa düşmemenin çaresi, dine tüm hatları ile vâkıf bir müçtehide tabii olmaktır. Çünkü din, bilir bilmez herkesin konuşabileceği, tartışabileceği, alelade bir konu değildir.

İlimden nasipsiz bir kimsenin kendisini alim sanması ve İslam alimlerine uymayı nefsine yedirememesi ve illa da ‘benim ilmim, benim fikrim, benim aklım’ demesi, dini anlama ve yorumlama hakkını sadece kendisinde görmesi, bu insanın açık bir dalalet içerisinde olduğunun işareti değil de nedir? Çünkü, hiçbir gerçek İslam alimi diğerlerini reddetmemiş, ilmi ve fikri farklılıklarını korumakla beraber, karşılıklı saygı ve hürmeti elden düşürmemişlerdir.

“Ömer b. Hattab (ra)'dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurmuştur: "(Öyle bir zaman gelir ki) İslam galip olur, hatta tüccarlar güven altında korkmadan deniz aşırı ticaret yaparlar ve süvariler Allah yolunda savaşa dalarlar. Sonra bir kavim çıkar, Kur'an okur ve şöyle derler: ‘Kim bizden daha iyi okur? Kim, bizden daha iyi alimdir? Kim, bizden daha fazla fıkıh bilgisine sahiptir?’ Sonra Hz. Peygamber (asv) : ‘İşte, bunlar sizden, bu ümmettendir ve onlar cehennemin yakıtıdırlar." (Taberani ve Bezzar)

Efendimizin haber verdiği kimselerin haline benzemekten şiddetle kaçınmayı, kendimize ve yukarıda işaret ettiğimiz görüş sahiplerine tavsiye ediyoruz. Eğer şimdiye kadar zararlı fikirlerle, başkalarının saf inancına zarar verdiysek, tövbe etmeli ve o yüce Rahman’dan af dilemeliyiz. Bilerek veya bilmeyerek İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürenlerin, fırsat elden gitmeden, inanç ve amellerini muhasebe ederek, yaptıkları hatalardan dönmelerini diliyoruz.

İçtihada Neden Gerek Duyuldu? Mezhebler Niçin Doğdu?

Mezhebler ve içtihadla alakalı, toplumda yaygın olarak tartışılan sorulara, İslam alimlerinin verdiği bazı cevaplara yer vererek, detaylı bilgi isteyenleri kitaplara havale edelim.

Aklı karışan bazı kardeşlerimiz “Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler varken içtihada neden gerek duyuldu?” diye sormaktadırlar.

Bilindiği gibi, dünya hadiseleri sonsuz olmakla beraber Kur'an’ı Kerim'in ve Hz. Peygamber (sav)'in hadislerinde kelimeler sınırlıdır. Her hadisenin açıkça hükmünü beyan etmez. Bunun için ortaya çıkan bir hadisenin hükmünü anlamak için önce Kur'an-ı Kerime, sonra Hz. Peygamber (sav)in hadislerine baş vurulur.

Bunlardan birisinde kesin olarak hüküm beyan edilmiş ise mesele tamamdır. Hadisenin hükmü Kur'an ve hadiste açıkça belirtilmemişse içtihada gidilir. Bu içtihadın örnekleri de Hz. Peygamber (sav) zamanında belirmeye başlamıştır. Mesela; Hz. Peygamber (sav), Ahzab savaşından sonra: "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, Kurayzaoğullarının bölgesine varmadıkça ikindi namazını kılmasın." buyurmuştu.

Güneş batmaya yüz tutunca, ashab-ı kiram bu sözün ifade ettiği anlam hakkında farklı görüşler savundu. Bir kısmı: “Resulullah bu sözüyle, çabuk yol almamızı istedi." şeklinde görüş belirtirken, bir kısmı da: "Hayır, Resulullah bu sözüyle, güneş batmış olsa bile, biz ancak Kurayzaoğulları bölgesinde ikindi namazını kılabiliriz demek istemiştir." diye görüş belirtmişler ve namazı güneş battıktan sonra kılmışlardı.

Her iki gurubun davranışı Hz. Peygamber (sav)e haber verildiğinde, hiçbir guruba sert tepki göstermemiştir. Bu, Hz. Peygamber (sav)in yapılan içtihadları onayladığı anlamına geliyordu. İşte bu müslümanlar arasındaki ihtilafın (görüş farklılığı) ilk sebebiydi. (Buhari, Müslim)

Bazı kelimelerin aynı oranda hem gerçek, hem de mecazi bir anlam ifade etmeleri muhtemeldir. İmamlardan biri kelimenin hakiki anlamını esas alırken, diğeri mecazi anlamını esas alır. Allah-u Zülcelal'in şu kelamı buna örnektir: "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç aybaşı hali beklerler." (Bakara; 228)

İfadenin genel anlamında geçen "Kur'u" kelimesi, farklı şekilde algılanmıştır. Dilde, bu kelimenin ‘aybaşı hali’ anlamına geldiğine ilişkin kanıtlar olduğu gibi, aybaşı halinden temizlenme anlamına geldiğini gösteren kanıtlar da vardır.



İşte müçtehid imamlar, bu ve buna benzer kelimelere ilişkin dilsel açıklamalara bağlı olarak farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu kelimeye İmam-ı Azam, hayız manasını, İmam-ı Şafii ise temizlik manasını vermiştir. İşte bu iki mana farklı hüküm verilmesine sebep olmuştur. Her iki mezhebin görüşü de bir delile ve içtihada dayanmaktadır. Bunun için her ikisi de doğrudur.

Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur; "Ey İman edenler! Namaz kılacağınız zaman yüzünüzü ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın. Başınızı meshedin ve ayaklarınızı topuklarına kadar yıkayın." (Mâide; 6)

Şafiilere göre abdestte başın çok az bir kısmını meshetmek, Hanefilere göre dörtte birini meshetmek, Malikilere ve Hanbelilere göre ise başın tamamını mesh etmek gerekir. Bu mezheblerin her birinin görüşü de içtihada dayanır. Ayette meshedilmesi gereken miktar belirtilmediğinden dördünün görüşü de doğrudur.

Buradaki içtihadların hikmeti, Allah-u Zülcelal'in kullarına karşı rahmet ve merhametidir. Ayetlerin farklı farklı anlaşılması, bunun neticesinde hak mezheblerin ortaya çıkması, ümmet için bir rahmet olmuştur. Eğer Rabbimiz her şeyi açık olarak Kur'an-ı Kerim’de bildirseydi, öyle yapmak artık farz olurdu. Yapmayanlar günaha girer, inkar edenler ise dinden çıkardı. Oysa içtihad neticesinde verilen hükmü kabul etmemek, kişiyi dinden çıkarmaz. Kişi, dört hak mezhebten birinin görüşüyle amel edebilir.

İçtihad ve Müçtehid

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için içtihad’ın ve müçtehid’in ne anlama geldiğini belirtmeden geçmeyelim.

İçtihad, sözlükte güç, takat ve çaba anlamına gelen "cehd" kökünden "iftial" vezninde olup, ‘bir şeyi elde etmek için olanca gücünü harcamak’ demektir. ‘Âyet ve hadislerden kıyas ve benzeri yollarla hüküm çıkarma’ anlamında mecazen kullanılır. Ayet ve hadislerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan fakîh (fıkıh alimi) zata da "müçtehid" denir (Zebîdî, Tâcû'l-Arûs, II, 329; Şâfiî, er-Risale, s. 477, el-Ümm, VII, 275).

İçtihad, ya şer'î delillerden hüküm çıkarma şeklinde olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili olarak yapılır. Fıkıhta içtihad yapabilme yetkisine sahip olan alimlere müçtehid denilir. Müçtehidi kısaca ayet ve hadislere dayanarak hüküm çıkaran İslâm bilgini, İslâm hukukçusu, fakîh olarak tanımlayabiliriz.

Mezheblerin Birleştirilmesi / Karıştırılması; “Telfik”

İnsanların kafasına takılan sorulardan bir tanesi de birkaç mezhebin hükümleriyle aynı anda amel etmenin mümkün olup olmadığıdır?

Mesela bazı kimseler mezhebleri birleştirmek adına, iki mezhebin birbirine zıt hükümleriyle amel edip telfik yapıyorlar. Bu caiz midir?

İlk önce ‘telfik’ kelimesini açıklamakta fayda vardır. Telfik lügatta; kumaşın iki parçasını dikmek, uydurmak, eli boş dönmek ve katılmak gibi manalara gelmektedir.

Usul-i Fıkıhta ise; taklit yoluyla bir meselede iki veya daha fazla mezhebin farklı hükümlerini birleştirerek tatbik etmek şeklinde tarif edilmiştir.

Yapılan bir telfik, icmaya muhalif ise caiz değildir. Mesela; İmam-ı Malik'e göre, nikahın rüknü kızın velisinin iznidir ve şahid bulundurmak da müstehaptır. Hanefi mezhebine göre; iki şahid nikahın rüknüdür ve velisinin izni şart değildir.

Buna göre bir kimse, Hanefi mezhebinin içtihadını, şahid konusunda da İmam-ı Malik'i taklid ettiğini iddia ederek; "Hem velisinin izni olmadan hem de şahit bulundurmadan." evlendiğini söylerse bu caiz değildir. Yani, İmam-ı Malik'e göre şahitsiz ve Hanefi mezhebine göre velisiz nikahı akdederse sahih olmaz. Çünkü böyle bir nikah ne Hanefi mezhebine göre, ne Şafii mezhebine göre ve ne de İmam-ı Malike göre akdedilmiş sayılmaz.

Zamanın Değişmesiyle Hüküm Değişir mi?

Bir takım kimseler “Zamanın değişmesiyle hükümler de değişebilir” diyorlar, bilindiği gibi İslam dininin dört ana kaynağı vardır. Bunlar; kitap, sünnet, icma ve kıyastır.

Kur'an-ı Kerimde her hangi bir meselenin hükmü belirtilmişse, o hükümle kesinlikle amel edilmesi lazımdır. Sünnet ise Hz. Peygamber (sav)'in söz, fiil ve söylenmiş veya yapılmış bir şeye müdahalede bulunmamasıdır.

İcma ise müçtehid ve alimlerin her hangi bir konu üzerinde ittifak etmeleridir. Kıyas; hakkında ayet, hadis ve icma gibi hükümlerin olmadığı her hangi bir meseleyi, belirlenmiş bir meseleyle aralarındaki illet (sebeb) dolayısıyla benzeterek hüküm çıkarmaktır.

İslam dini bunlara ilaveten örf ve adetlere de yer vermektedir. Kur'an ve sünnette hükmü belirtilmeyen her hangi bir meselenin hükme bağlanmamasında, Kur'an ve sünnete muhalefet etmeyen örf ve adetlere müracaat edilir. Buna göre örf ve adetle hükme bağlanan her hangi bir husus zaman geçipte örf ve adet değişirse o hüküm de değişir.

Burada açıklandığı gibi, zamanın değişmesiyle Kur'an ve sünnetin hükmü değişmez. Sadece Kur'an ve sünnete muhalefet etmeyen örf ve adetlerin hükmü zamana göre değişebilir.

Yalnız Kur’an’la Amel Etmek

Bazı insanları görüyoruz ki, yalnız Kur'an-ı Kerimin getirdiği İlâhî hükümleri kabul edip, dinin diğer temel kaynakları olan sünnet, icma ve kıyas'ı reddediyorlar. Maksatları ise halkın itikadını bozmak ve saptırmaktan ibarettir.

Bunlar, Kur'an'ı tek mezheb kabul edip, Hz. Peygamber (sav)'in sünnetini ve İslâm'ın diğer delillerini hafife alırken işlerine gelen hadisleri kabul edip, gelmeyenleri reddederler. Şuurlu müslümanları aldatamadıkları gibi takdir de göremezler. Malumdur ki, müslümanlar Kur'an-ı Kerim'de nazil olan İlâhî hükümlere inanıp onlara uymaya mecbur oldukları gibi, hadislerle buyrulan dinî hükümleri de kabul etmeye mecburdurlar.

Bunlar asırlardan beri tefsir, hadis, fıkıh ve diğer sahalarda yazılmış olan bütün ilim ve fikir ehlinin takdirini kazanan çok kıymetli eserleri hiç dikkate almazlar. Evet, Kur'an-ı Kerim'in gölgesine sığınarak yanlış yönlendirmede bulunan bir kimse, hiç olmazsa şunu bilmelidir ki, bir müslüman ne kadar bilgisiz de olsa Kur'an'ı Kerim'in Allah kelamı olduğuna katiyyen şüphe ve tereddütü olmadığı gibi sünnet-i seniyyenin de İslâm'ın ikinci bir delili ve dayanak noktası olduğunu kesin olarak bilir ve öyle de inanır.

Şu halde; "İslâm dininin esası yalnız Kur'an'dır, biz yalnız onda olan hükümler ile amel ederiz, onun haram dediğine haram, helal dediğine helal deriz." diyerek sünneti dikkate almamak ona kıymet vermemek, Hz. Peygamber (sav)'in değerini ve görevini idrak etmemektir. Kur'an'ı tebliğ eden ve en başta tefsir eden O'dur.

Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "Ey İnsanlar! Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman dalalete düşmezsiniz. Onlar; Allah'ın kitabı ve peygamberinin sünnetidir." (İmam Malik)

Ulemanın bir kısmı şöyle demiştir: "Sünnetin getirdiği her hükmün, uzak veya yakın, Kur'an’da aslı vardır. Sünnet, sonuçta Kur'an'a ulaştırır. Onun öz halinde anlattığını açıklar, anlaşılmayan konuları ise açığa kavuşturur."

Bazı alimler; Kur'an ile yetinme fikrine sahip olanların sünnetten ayrılan nasipsiz kişiler olduğunu söyledikten sonra; "Bid'at ehlinden bir çoğu hadisi terk edip Allah'ın kitabını yanlış yorumlayarak hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını sapıttırdılar." demişlerdir.

Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede Hz. Peygamber (sav) hakkında şöyle buyurmuştur: "O kendiliğinden konuşmamaktadır." (Necm; 3) Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmuştur: "Resulüm size neyi verdiyse (ve emrettiyse) onu alıp yapın, neden nehyetti ise ondan da sakının." (Haşr; 7)

Bazı müfessirler bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir etmişlerdir: "Peygamber size her ne verdiyse onu alın, almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın ve Allah'tan korkun da Allah'ın ve Peygamberin emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, hıyanet eylemekten sakının..."

Şu hale göre Kur'an ve sünnetten birini ihmal etmek, İslâm dinini anlamamaktan doğan bir hastalıktır ve bir dalalettir, dinin aslından sapmadır.

Kaynak: Bu yazının hazırlanmasında, “Asrımız Meselelerine Fetvalar”, (Seyda Muhammed Konyevi, Reyhani Yayınları, Konya, 2003.) adlı kitaptan istifade edilmiştir.

SÜLEYMAN KARAKAŞ

Kaynak:Gülistan Dergisi
78. Sayı-Haziran 2007
www.gulistandergisi.com/dergi_oku.php?id=408


1 yorum

mezhepsiz sapık fikirli zehir tacirleri

Önce bu güzel açıklamanızdan dolayı sizi tebrik eder saygılarımı sunarım.ehli sünnet velcemaat akidesini ortadan kaldırmayı planlayan ve sinsice ve gerçek yüzlerini gizleyerek kur'anı ve sünneti dahi kendi isteği doğrultusunda yorumlayarak bilgisi olmayan dimağları zehirleyerek sünnetten ve peygamber sevgisinden uzaklaştırmayı murad eden bu mezhepsizler her türlü neşriyatı yaparak zehir enjekte etmeye olanca güçleri ile çalışmaktalar.bu zehir tacirleri olarak addedebileceğimiz bu sinsi planın uygulayıcıları o kadar ileri gidiyorlarki Sevgili peygamberimizin (A.v.)diğer pegamberlerden hiç bir farkı yok üstünlüğü yok.üstünlük addetmek küfrü icap ettirir gibi sözlere dahi cüret edebiliyorlar bütün ehli sünnet mensuplarının uyanarak bu çirkin saldırı ve zehirleici sözleri RED etmeli ve bilmeden bu tuzklara düşenleri uyandırmalıdırlar.

17.12.2007 - misafir

Konular