Zehirli | Konular | Kitaplar

DİNDE DELİL OLARAK SÜNNET VE İNKAR EDENİN HÜKMÜ -III-


III. AHAD HABERLERİN YETERİNCE TENKİT EDİLDİĞİNE DAİR AÇIKLAMA

Muhaddislerin Peygamber sünnetine yönelik çalışmalarındaki gayretkeşliğe aşina olan bir kimse, uzman muhaddislerin sünnete yapılması gereken en büyük hizmeti yaptıkları kanaatine varır. Tarih boyunca da sünnete en büyük ve emsalsiz hizmeti muhaddisler yapmıştır.

Nebevî hadise hizmet etmek için ömürlerini harcayan onlardır. Onlar ki, bu yol uğruna, can ve cananlarını ortaya koymuşlardı. İnsan aklının daha doğrusunu kavrayamayacağı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak ve tenkit edilmesi gereken haberleri tenkit etmek için öyle ölçüler belirlediler ki, onlarla usul ve kaideler oluşturdular.

Daha sonra da hadisleri, oluşturdukları bu doğru kaidelere sunmakla, sened ve metin tenkidi yaptılar. Böylesi çalışmalarla, akıllara dehşet saçan mükemmel neticeler sergilediler.

Muhaddislerin yeteri kadar metin ve sened tenkidi yapmak için ilme dayalı, esas ve formül saptadıklarını birçok insan itiraf etmekte, ancak bu ilme dayalı esas ve formüllerin sened tenkidinde gereği veya gereğine yakın uygulandığını; metin tenkidinde ise gereğince uygulanmadığından, ‘sahih’ diye bilinen birçok hadis metninin, tenkit edilmesi gerektiğini iddia ederler. .

Bu düşüncedeki kesim, genel bir bakışla ‘haber-ul ahad’ olan hadislere, sahih olacağı yönünde kuşkuya kapılıp ‘haber-ul ahad’ın tümünün güvenirliğini düşürmeye kalkıştılar.

Bu Kuşkuya Ben Cevap Olarak Derim ki:

Metin tenkidine gelince, aslında bu, muhaddislerin ifâ edecekleri bir vazife değildir. Aksine bu, ‘muhaddis-fakih’lerin yani müctehidlerin üstlendiği bir görevdir.

Binaen aleyh -senet bakımından hadisin sıhhatini tespitten sonra- müçtehidin görevi, hadis metinlerini inceleyip karşılaştırmak, hadisler arasında tercihte bulunmak ve kendi içtihadına uygun olarak bir hükme varabilmek için hadislerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmektir. İşte, asıl metin tenkidi de budur.

Asıl görevleri bu olmamakla beraber muhaddisler, büyük bir ölçüde metin tenkidi faaliyetinde bulunmuşlardır. Bunun en açık şahidi, muhaddislerin; meşhur, zayıf ve mevzu hadisler konusunda yazdıkları çok sayıdaki muazzam eserlerdir. Zira bu kitaplarda, hadislerin zayıf veya mevzu oluşuyla ilgili verilen hükümlerin çoğu metin tenkiti esasına dayanır.

Özellikle burada, büyük muhaddislerin ‘ilelu’l-hadis’ (hadislerin sebepleri) konusunda yazdıkları eserleri anmakta fayda vardır.

Bunun diğer bir tanığı da müçtehitlerin kendi mezhep ve görüşlerini beyan etmek için kaleme aldıkları devasa eserlerle, daha sonra gelenlerin telif ettiği‘ilmi hilaf’ (ilmu’l-hilâfil-alî)’a (günümüzdeki adıyla Mukayeseli Fıkıh’a) dair yazdıkları kitaplardır. Muhakkik hadisçilerin ‘muhtelifu’l-hadis’ (farklı rivayetleri gösteren eserler) ve ‘müşkilu’l hadis’ (zor anlaşılır hadisler) alanında yazdıkları eserler de bu gerçeğin bir başka şahididir. Zira bu ilimler, metinlerin incelenmesi ve değerlendirmesine dayanır.

Muhaddislerin geniş anlamda metin tenkiti yapmamış görünmelerinin bir sebebi daha vardır, o da konunun mahiyeti gereği, metin tenkidinin senet tenkidine göre daha dar bir alana sahip olmasıdır. Yani, tenkide konu edilebilecek hadislerin çoğu, birinci kısma (senet bakımından tenkit edilen hadisler) dahil olan hadislerdir.

Müçtehit ve Fakihlere gelince, bunlar metin tenkidini geniş ve kapsamlı bir biçimde uygulamışlardır. Aksi takdirde içtihatları makbul olmazdı. Çünkü içtihat; ‘hükme varmak için olanca çabayı göstermek’ anlamına gelir. Bu çaba da ancak hadis metinlerini inceleyip karşılaştırmak, hadisler arasında tercihte bulunmak ve hadislerin bir kısmını kabul edip tenkidi gerektiren durumlardan dolayı, diğer bir kısmını da reddetmekle gerçekleşebilir.

Evet, ister muhaddis olsun ister fakih olsun, bu âlimler, yaptıkları çalışmalarla ilahi ecir kazanmış müçtehitlerdir. Ama hatadan masum değillerdir. Bu nedenle, aralarında bazı hadislerin tenkidi, kabulü, ya da reddi konusunda bir takım görüş ayrılıkları olmuştur.

Onlardan bir kısmı, bazı hadisleri tenkit veya kabulünde hata etmiş olabilirler. Keza, uzak bir ihtimal de olsa bir kısmı tenkite muhtaç bazı hadisleri tenkit etmemiş olabilir.

Binaen aleyh, içtihat için gerekli donanıma sahip muhaddis alimlerden biri çıkar da temelsiz arzu ve eğilimlerden uzak olarak, bozuk ortamların etkisinde kalmadan, ilmi bir yöntemle ehli tarafından tenkit edilmeyen ‘falanca hadisin’ tenkit edilmesi gerektiğini ispat ederse, kendisini şükran ve takdirle karşılar, Cenabı Hakkın kendisini bu tür salih amellerden daha fazlasına muvaffak etmesi için duada bulunuruz.

İkinci Bir Cevap Olarak Derim ki:

‘Haber’ul ahad’ olan hadislerde kuşkuya kapılan bu fırka, sünnetin büyük bir kısmının yeterince tenkit edilmediğini, eğer ki bu kısım yeterince tenkit edilmiş olsaydı ‘sahih’ derecesinden ‘zayıf’ veya ‘mevzu’ (uydurma) derecesine düşeceğini iddia ederler.

Bu iddia, İslam dinini yıkmayı ve sünneti güvensiz kılmayı gerektirecek kadar kritik ve tehlike arz eder. Allah’ın (cc) göndermiş olduğu dini (İslam’ı), geçmiş dinler gibi bozguncuların tahrifatına uğramış, hakla batıl arasında karma karışıklığa terk etmiş olduğunu da gerektirecek kadar tehlikelidir.

Allah (cc) geçmiş din sahiplerinin yaptıkları bu hataları şöyle bildirir: “Ey Ehl-i Kitap! Neden hakla batılı birbirine karıştırıyorsunuz?” (Âl-i Îmran, 71)
İslam dinini ise bu karışıklıktan tenzih ettiğini şöyle bildirir: “Şüphesiz ki, zikri (Kur’an’ı) biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 9)

Burada, Kur’an-ı Kerim’i korumaktan maksadın kitap ve sünnet olmakla, İslam’ın tümünü korumak olduğu açıktır. Yok eğer değilse, Kur’an-ı Kerim’deki bir takım mutlak ifadeyi bir kayda bağlayan, müphemi (belirsizliği) açıklayan ve mücmeli (genel kavramı) birbirinden ayıran sünneti korumaksızın sade, Kur`an-ı Kerim’i korumanın ne tür bir faydası olabilir ki?

Büyük İmam Abdullah b. El-Mubarek’e, “Bu mevzu (uydurma) hadisler hakkında ne demeli ?” diye sorulduğunda, “Onlar için uzmanlar yaşar” diyerek, yukarıdaki “Şüphesiz ki zikri biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz.” Ayetini, sünnetin korunuyor olduğuna delil gösterir.

Tüm noksanlıklardan münezzeh ve yüce olan Allah (cc), en iyi bilendir.

IV. SÜNNETİN BAĞIMSIZ OLARAK HÜKÜM KOYABİLECEĞİNE DAİR AÇIKLAMA

Muhalefetine itibar edilmeyenler hariç, ümmet alimlerinin tümü, sünnetin Kur’an-ı Kerim’i te’kit (vurgulayıcı) ve açıklayıcı olduğunda ittifak etmişlerdir. Sünnetin, bağımsız olarak hüküm koymakla, (sünnetin) üçüncü bir kısmının varlığı ve bu kısmın hüccet olduğundan, sımsıkı sarılmak ve gereğini yerine getirmekle, yüce Allah’a hakkıyla ibadet edebileceğimiz konusunda da müttefiktirler. Bunu ispatlayacak bir çok susturucu ve karşı konulmaz delil vardır. Bu delillerin bir kısmını zikretmekle yetiniyor, kalanını “Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet” adlı kitabımıza havale ediyoruz.

Birinci delil: Resulullah'ın (sav) "Ben Allah'ın elçisiyim" deyip bunu mucize ile teyit etmesi, daha önce de zikrettiğimiz gibi İslam'ın bütün hükümlerini ispat eden, nebevi sünnet ile nübüvvetini ispat etmesi anlamına gelir.

İkinci delil: Peygamber (sav)’in, Kur`an-ı Kerim için; “O, yüce Allah’ın kelamıdır” demesidir ki bu söz, Kur`an-ı Kerim’in Allah’ın (cc) kelamı olup, sorumluluk gerektiren bir hüküm olduğundan, iman edilmesinin vacip olduğunu ispatlar. Peygamberin bu iki sözü, başlı başına hüküm bildirmiş ve Kur'an-ı Kerim dahil bütün İslami hükümleri ispatlamıştır.

Üçüncü delil: İslam ümmetinin, sünnetin hükmetmekle müstakil olan kısmının, hüccet olup amel edilmesinin vacip olduğuna icmâ etmeleri, fikir birliğine varmaları. Çünkü Müslümanlar, sünnetin bu üçüncü kısmı dışında bir dayanağı olmayan bazı fer’i hükümlerin varlığına icmâ ettiler.

Bu icmâları, sünnetin üçüncü kısmının bu hükümlere hüccet olduğuna dair icmâ etmelerini gerektirmiştir. Bu hükümlerden bazıları şunlardır:

1.Anneannesi veya babaannesi olan nenenin südüs (altıda bir) payı olmakla varis olabileceği.
2.Şufa hakkı (eski ortağın yeni ortağa karşın öncelik hakkı)
3.Musakat (ekin sulama işi karşılığında ekinden verilecek pay üzerine yapılan anlaşma).
4.Kırad (mal sahibiyle, malı işleten işçi arasındaki kâr anlaşması).
5.Bir kadınla halasını beraber nikah altına almanın haram oluşu.
6.Ayakları yıkama yerine mesh yapılabileceği.
7.Güneş ve ay tutulmasında kılınacak namaz.
8.Yağmur duasında kılınacak namaz.

Bu hükümlerin Kur’an-ı Kerim’de yer almadığı, ancak dayanağının sünnet olduğu ümmet icmâ’ının düğüm noktasıdır.

Bu kadarıyla, sünnet kısımlarının hüccet olduğunu açıkladık ve kuşkuya kapılanların kuşkusunu giderdik.

Sünnetin hüccet olduğunu inkar edenlerin hükmü nedir?

Ve şimdi “Sünnetin hüccet olduğunu inkar edenlerin hükmü nedir?” sorusuna dönüp, cevap olarak derim ki; genel bir kavram kullanacak olursak, sünnetin veya sadece sünnetin ‘haber’ül âhad’ kısmının hüccet olduğunu inkar edene ‘kafir’dir hükmü verilir.

Ancak, ‘haber’ül âhad’ yeterince tenkit edilmemiş kuşkusunda bulunana veya sünnetin başlı başına hüküm koyduğunu inkar edene ‘kafir’ hükmü verilmeyip hata ve bid’ate sapmış hükmü verilir.

Bir makale ile böylesine çok yönlü ve derin bir konuya hakkettiği beyan, tahlil ve tahkikin verilemeyeceği, eminim ki sizlerin de malumudur. Bu yüzden, bu meseleleri her yönüyle ve derinlemesine ele alan, “Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet” (Rağbet Yayınları) adlı kitabımıza müracaat edilmesinde fayda mülahaza ediyorum.

Allah en iyi bilendir.

Kaynak:Gülistan Dergisi
79.Sayı-Temmuz 2007


Konular