Zehirli | Konular | Kitaplar

AYRILIK DEĞİL RAHMET KAPIMIZ: MEZHEBLER


Allah nazarında tek din İslâm’dır. Ona inananlar da tek bir ümmet... Bu ümmet arasında Kuran ve Sünnet’le çelişmeyen fikir ve görüş ayrılıkları, bu ümmetin bölük-pörçük bir topluluk olduğunu değil; aksine, düşünen, sıhhatli fikirler üreten, en doğruyu, en güzeli bulma yolunda gayretler sarfeden dinamik zekâya sahip bir topluluk olduğunu gösterir.

İslâm, göklerle kucaklaşan görkemli bir çınar. Kur’an ve Sünnet kökü üzerine yükselmiş, gövdesi Ehl-i Sünnet anlayışı, dalları ise bu anlayıştan doğmuş içtihatlar. Gölgesi, hayatın bütün alanlarını kucaklamakta, huzur ve sükûna kavuşturmakta.

Biz müminlerin Yüce Yaratıcımız’ın hoşnutluğu için yaptığımız hayır ve hasenatlarımız, salih amellerimiz, yüksek ahlâka uygun tavır ve davranışlarımız bu ulvî ağacın meyveleri. Bize ebedî rızık olacak meyveler...


Bir bütün bu ağaç... Ne köksüz olabilir, ne ne gövdesiz, ne de dalsız budaksız. Her biri Ehl-i Sünnet gövdesinden serpilip gelişen birer dal olan hak mezhepler olmasa, o huzur ve sükûn kaynağı gölge bütün hayatı nasıl kuşatabilir?

Bu ağacın dallanıp serpilmesi nasıl kökü tehdit eden bir ayrılık değilse, zannedilenin aksine, hak mezhepler de dinin temelini sarsan ayrılıklar olarak düşünülemez. Bu haliyle farklı mezhepler rahmetin bir gereğidir. Bu ayrılıklar düşmanlık ve inattan doğan yıkıcı ayrılıklar olarak asla mütalâa edilemez.

Bu sebepledir ki, hak mezheplerin birleştirilmesi veya kaldırılması yolunda yapılan çağrılar, meselenin özünü anlamamış olmanın bir ifadesidir.

Hakikate götüren yollar

Yüce Rabbimiz, eşref-i mahluk olan insanı, bütün yönleriyle kemâle erdirmeyi murad eder. O, kulunun ruh, akıl, fikir ve hisleriyle alemlerin en yüce, en kusursuz varlığı olmasını diler. Bu da Rab oluşun bir gereğidir. Çünkü Rab, terbiye eden, geliştirip kemâle erdiren manalarına gelir. O terbiyeye kapılarını açık tuttuğu sürece kul, Rabbinin eşsiz bir eseri olduğu kadar, kendi hür iradesinin de bir eseri olacaktır.

İlahî irşadın ışığında iman edip salih ameller işleyerek kalbini kemâle erdiren insan, hakikati ararken de doğru düşünce, ince seziş ve anlayışla da aklî yönünü yüceltir.

İnsan, yaratıcısı katında reddedilmiş işlerle, sapık ve tutarsız düşüncelerle de zihnî dünyasını küçültür.

Belki de insanı düşünce boyutuyla sınamak için, Yüce Rabbimiz kulunu bilinmezlikleri keşif ve anlama yoluna çağırır. Bazı hakikatleri açıkça gözlerimizin önüne sererken, bazı hakikatleri de perdeler. Mesela kendi varlığını eşsiz sanatı arkasında gizleyen, ötelerin de ötesinde olan Yüce Rabbimiz, her zihinde başka algılanmış ve ademoğlu ‘O’nun bilgisi’ hakkında da ihtilafa düşmüştür. Kimileri O’na şirk koşmuş veya aciz bir varlık mertebesine indirmişlerdir.

Ama akıllarına vahyi, peygamberleri yoldaş ederek düşünenler ise, O’nu uluhiyyet sıfatlarıyla tanımış, noksanlıklardan tenzih etmişlerdir. Varlığı da Allah’ın bildirdiği gibi bilmiş, hikmetle nasiplenmişlerdir. Böylece hakikati arama yolunda akıllar ya gerçeği bulmuştur ya da uzağına düşmüştür.

İşte mezhepler de, hakikati arama çabasının bir neticesidir. Ve gerçek şu ki, Ehl-i Sünnet ana dairesinde olanların her biri hakikatle kucaklaşan birer yoldur.

Aynı hakikati farklı usulle aramak

Evrende kapalılık oldukça merak, merak oldukça da düşünme, araştırma ve bulma arzumuz hep canlı kalacaktır. Kainatın hakikatını insanlara sunan Kur’an ve Sünnet’teki kapalılık ve gizlilikler de belki bu ilâhî sırrın bir tecellisi ve tecessüs sahibi insanoğlu için bir imtihan vesilesi.

Eğer ilâhî hikmet dileseydi müphem, müteşabih, müşkil ayetler indirmez, zihnimizi hiç yormadan hakikati gözlerimizin önüne sererdi. Ama bu durumda aklın fonksiyonu durur, insanı insan yapan tefekkür ortadan kalkardı.

Demek ki Yüce Rabbimiz, İslâmî düşüncenin, bu kutsi asıldan kopmamak kaydıyla dallanıp serpilmesini ve çeşitlenmesini istiyor. Böylece hak ölçülere göre düşünenle, asıldan koparak sapıklığa düşeni ayırdetmeyi murad ediyor.

Ehl-i Sünnet’in güzide alimleri, Kur’an ve Sünnet’in sükût ettiği veya ayrıntısına inmediği ve kapalı bıraktığı konular üzerinde hakikati arama yoluna koyulmuşlardır. İçtihat, kıyas, istihsan gibi yöntemlerle akıl yürütmüşlerdir. Kur’an’ın ve Sünnet’in verdiği ipuçlarından hareketle, Allah indindeki bilgiyi keşfe ve fethe koşmuşlar. Bunu yaparken de, önce akıllarını vahiyle, iştişareyle, şurayla takviye edip, eğildikleri konuyla ilgili her türlü bilgiyle de beslemeye gayret etmişlerdir. Nefislerini terbiye etmiş, akıllarını nefislerinin ve taassubun sultasından kurtararak hürriyete kavuşturmuşlar.

Böylece onların düşünceleri, yalnızca Allah’ın rızası talebiyle Kur’an ve hadis ufuklarında kanat çırpmış, ulvî bilgiyi arama yolunda olağanüstü titizlikle çabalar göstermiştir. O alimler, son sözlerini de, derin bir edep, ancak kula yakışan bir acziyet ifadesiyle; “bizim bu mevzuda kanaatimiz budur. En doğrusunu Allah bilir.” diyerek söylemiştir. Sonuçta, bütün bir İslâm tarihinin süzgecinden sağ ve salim olarak günümüze ulaşan bir itikad ve amel manzumesi ortaya koymuşlardır.

İşte böyle bir arkaplâna dayalı ve ulvî bir gayeye yönelik araştırma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan farklılıklara, yani mezheplere nasıl itiraz edilebilir?

Bilmeyenin bilene başvurması

Müslümanların büyük çoğunluğu, dinin aslî kaynaklarından hüküm çıkarmaya güç yetiremediği için, “bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz” mealindeki ayet-i kerimenin emrine uyarak dinlerini bu kâmil alimlerden öğrenmişlerdir. Ayrıca, “Alimlere tabi olun. Onlar dünya hayatının da ahiret hayatının da kandilleridir.” mealindeki hadis-i şerife uyarak alimlere tabi olmuşlardır. Böylece bir alimin içtihatlarına tabi olanlar, bir mezhebin bağlıları olarak zuhur etmiştir. Demek ki, bir mezhebe tabi olmak, tabiî ve sahih bir durum.

Hal böyleyken, müminlerin hak mezheplere olan itimatlarının sarsılmaya çalışılması doğru olabilir mi? Ayrıca, mezheplerin ortadan kaldırılmasını, her müslümanın doğrudan Kur’an’a başvurmalarını tavsiye edenler, aslında yeni bir ‘mezhep’ önermiş olmuyorlar mı? Bu görüşü ortaya atanları benimseyip taklit eden topluluk da bu mezhebin bağlıları olarak düşünülemez mi?

Oysa kendisi müctehid olmayan bir müminin dinini İmam-ı Azam’dan öğrenmesinde ne sakınca var? Onun içtihatlarına tabi olarak dinini yaşamasının kime zararı dokunur?

Diyebiliriz ki, dinîyle ilgili tatminkâr ilme sahip olmayan bir topluluğa mezhepsizliği tasviye etmek, yol göstericisiz ve öğretmensiz bir nesil yetiştirmeye yönelik bir gayret olmalıdır. Eğer böyle bir tavsiye kabul görürse, ancak ‘ben kendime yeterim’ diyen başıboş fertlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacak.

Mezhepler esas olan din kimliğinin yerini alıyor paranoyası da anlamsız ve yersizdir. Çünkü ne İslâm buna müsait, ne de ortada böyle bir tablo var.

Çünkü mezhepler koca bir tarih boyunca alimlerce tetkik edilmiş, doğru yoldan saptıran en küçük bir görüş bulunamamış. Koca bir tarihin tasdik mührünü taşıyan bu hak mezheplerin zararı bugün mü ortaya çıkmış bulunuyor? Ve binlerce alimin göremediği zararları gün yüzüne çıkarmak, acaba bugünkü alimlere mi kısmet olmuş?

Gerçek şu ki, modernist akademisyenler bu konuda haksızlar. Ehl-i Sünnet çerçevesindeki hiçbir mezhep, Allah’ın rızasına giden yolda engel teşkil etmemiştir.

Sonuçta din İslâm’dır. Ve İslâm, Alemlerin Rabbi’nin himayesindedir. Yani dinin koruyucusu, bizatihi onu gönderendir. O, dinini korumada hakiki alimleri vesile kıldı. Dinin sahibi, bindörtyüz sene onu nasıl koruduysa, kıyamete kadar öyle koruyacak. Ne ‘mezhepler dinin yerini aldı’ diyen mezhep karşıtları endişelenmeli, ne de mezheplerine saldırılan saf gönüllü müminler...

Din kıyamete kadar baki. Ve biz, onu yaşadığımız kadar bahtiyar olacağız...

Kaynak:Semerkand Dergisi


1 yorum

MEZHEPLER

BANA GÖREDE DİNİMİZ İSLAM İBADETİMİZ TEK DİNİMİZİN İBADETİMİZİN AYRICALIĞI OLMAZ TÜM İSLAM ALEMİNİN HİCRİ YILBAŞINI KUTLARIM

06.01.2009 - misafir FANİ HAYAT

Konular