Zehirli | Konular | Kitaplar

ALLAH TEALÂ (Celle Celalûhu) MAHLÛKATINA BENZER Mİ?


İtikadî konular, mahiyeti gereği en küçük bir ihmal, gevşeklik ve yanlış düşünce kabul etmez. Çünkü İslâm, insanlara öncelikle, neye nasıl iman edilmesi gerekiyorsa, ona öylece iman etme mükellefiyeti getirmiştir. Yüce Kitabımız Kur'anı Kerim, muhataplarını lekesiz, sağlam ve makbul bir inanç zeminine çekmek için itikat konusuna oldukça yoğun bir vurgu yapmıştır. Zira herşeyin temeli inançtır ve inanç konusunda ortaya çıkan en küçük bir eksiklik veya yanlışlık, insanın Allah'a (Celle Celalûh) sığınırız bütün amellerinin ziyan olmasına yol acar ve onu ebedî hayatında hüsrana sürükler.

İman edilmesi gereken konuların başında hiç şüphesiz ki Allah Tealâ'ya (Celle Celalûh) iman gelir. Bu da. Allah Tealâ'ya imanın nasıl olması gerektiği konusunda Kur'an ve sahih Sünnet'te yer alan hususları eksiksiz ve yanlışsız bir şekilde bilmeyi ve iman binasını bu bilgi ve bilinç üzerine bina etmeyi kaçınılmaz kılar.

Bilindiği gibi Kur'anı Kerim'in nazil olmaya başladığı dönemde insanlar, inanç bağlamında üç ana gruptan müteşekkil idi:

Haniflerler. Ehli Kitap ve Müşrikler.

Hanifler, Allah Tealâ'ya şirk koşmaksızın. O'nun bir ve tek olduğu (Tevhit) inancı üzerinde bulunmakla birlikte, gerek Akait konusunun teferruatı, gerekse amele ilişkin konular hakkında herhangi bir bilgi sahibi olma şansına kavuşamamış kimseler idi. Hazreti Peygamber Sâllâllahû Aleyhi ve Sellem'den önce gelmiş bulunan peygamberlerin (hepsine salât ve selâm olsun) tebliğ ettiği Tevhit dininin tamamı olmasa da önemli temel ilkeleri, kırıntı halinde de olsa bu kimselerin inanç dünyalarında belirleyici bir fonksiyon icra ediyordu. Dolayısıyla Hanifler, Hazreti Peygamber Sâllâllahû Aleyhi ve Sellem'in bi'setinden önce. ne kitaplarını tahrif etmiş bulunan Ehli Kitab'ın. ne de hiçbir semavi kitaba ve dine inanmayan Müşrikler'in içinde bulunduğu şirk batağına saplanmış değillerdi. Onlar Allah Teala'nın bir olduğuna inanıyorlardı.

Cebrail Aleyhisselâm Hira'da Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem'e ilk kez geldiği zaman. Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem, başına ilk kez gelen bu olaydan tedirgin olmuş, korkmuş ve durumu hanımı Hazreti Hatice Validemiz'e açıklamış. O'da O'nun anlattıklarını akrabası olan Varaka b.Nevfel'e iletmişti. Varaka b.Nevfel, Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem'e gelenin Namusi Ekber, yani Cebrail Aleyhisselâm olduğunu söylemiş ve Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem'e peygamberlik verildiğini müjdelemişti. İşte bu Varaka b.Nevfel, Hanifler'den idi.

Ehli Kitap, esasen kendilerine Tevhit dini ve O'nun kitabı ulaşmış olmakla birlikte, zamanla O dini ve kitabı tahrif ederek sirke ve küfre sapmış kimseler idi. Yahudiler'den, Hristiyanlar'dan ve Sabiiler'in küçük bir kesiminden oluşan Ehli Kitap içinde, çok küçük bir azınlık halinde de olsa, Tevhit dininin bozulmamış sekline inanan, ahir zaman peygamberinin geleceğine inanan ve O'nu bekleyen, dolayısıyla bir yönüyle Hanifler' den olan bir kesim de mevcut idi.

Bilindiği gibi Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem çocukluk yıllarında amcası Ebu Talib'in kervanı ile Şam'a ticaret için giderken, kervan, yolda Bahira isimli bir rahip tarafından misafir edilmişti. Rahip Bahira, Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem'de peygamberlik alâmetleri bulunduğunu sezmiş ve kervanın Şama gitmeden geri dönmesini önermişti. Çünkü o zaman Şam da yasayanların, bu alâmetleri farkederek kendisine bir kötülük yapabileceklerini tahmin etmişti.

Keza Mekke döneminde Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem peygamberliğini açıklayıp İslam'a tebliğe başladığında Mekke müşrikleri bu duruma büyük tepki göstermiş ve Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem'e inananları olmadık eziyet ve işkencelere maruz bırakmaya başlamışlardı. Bir süre sonra Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem, bu eziyet ve işkencelerden geçici bir kurtuluş yolu olarak, kendisine inananların Habeşistan'a hicret etmelerini emir buyurmuştu. O zaman Habeşistan'ın hükümdarı olan Necaşi, samimi bir Hristiyan'dı ve ülkesine hicret eden müslümanları hüsnü kabil ile karşılayıp misafir etmiş ve Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem'in hak peygamber olduğunu söylemişti. Nitekim kendisi vefat edince Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem bir mucize olarak O'nun vefatını Sahabeye haber vermiş ve gıyabında cenaze namazı kıldırmıştır.

İşte gerek rahip Bahira gerekse Necaşi, Hristiyanlar'ın yukarıda zikrettiğimiz kesiminden idiler.

Müşrikler'e gelince, taş, ağaç vesaireden kendi elleriyle yontarak şekillendirdikleri birtakım putlara ve totemlere tapanlardan, ateşe tapan Mecusiler'e ve insanlar tarafından uydurulmuş sahte dinlere inananlar bu gruba dahil idi. Zira saydığımız bütün bu grupların ilâh inancı, ilâhlık sıfatını su ya da bu şekilde Allah Tealâ Celle Celalûh dışında başka varlıklara izafe etme temelinde şekilleniyordu.

İslâm geldiği zaman, bütün bu grupların oluşturduğu insanlık ailesini Tevhit inancına çağırdı ve Tevhit inancının en saf ve gerçek şeklini ortaya koydu.

Hiç şüphesiz bu çağrının temelini, her türlü sirk şaibesinden ve lekesinden temizlenmiş arıduru bir Allah inancı teşkil etmekteydi. Allah Tealâ'nın Celle Celalûh bütün güzel isim ve sıfatları Kur'anı Kerim ve sahih Sünnet tarafından en net sekliyle ortaya kondu ve insanlara gerçek Allah inancının nasıl olacağı gösterildi, tebliğ edildi.

Hazreti Peygamber Sâllâllahü Aleyhi ve Sellem'in sağlığında ve vefatından sonra Sahabe döneminde İslâm inancı en saf ve berrak şekliyle varlığını muhafaza etti.

Ancak özellikle Tabiun döneminde İslâm coğrafyasının sınırlarının bir hayli genişlemesi ve yabancı kültürler ile yoğun ve hızlı bir temas sürecinin başlamasıyla birlikte, İslâm inancına yabancı olan birtakım unsurların bünyede yer etme eğiliminde olduğu dikkât çekmektedir.

Hususiyle Kur'an ve Sünnet nasslarının ruhuna nüfuz etme istidadından yoksun bulunan ve bütün mesailerini hadis nakline teksif eden bazı nakalei ahbâr (haber ve hadis nakilcileri), gerek Kur' an ve sahih Sünnet'te yer alan birtakım ince manâların künhüne vakıf olamadıkları ve gerekse zayıf ve güvenilmez ravilerin naklettiği bazı rivayetlere aldandıkları için Tevhit inancına aykırılıklar teşkil eden tutumlar sergilemeye başladılar ve Allah Tealâ Celle Celalûh hakkında inanılması caiz olmayan bir kısım hususlara inanç umdesi gibi sarılma yanlışlığına düştüler.

Oysa bir ilim, erbabından alınır ve öğrenilir; herkes, mahiri olduğu konunun otoritesidir. Kişi, uzmanlık alanı olmayan konularda söz söyleme konusunda kendisini selâhiyetli gördüğü anda yanlışlıklara düşmek ve hata yapmak kendisi için kaçınılmaz olacaktır.

İşte Ehli Hadis'in durumu da böyle oldu. (Tabii burada Ehli Hadis'in tümünü değil, aşağıda üzerinde duracağımız bir kesimi kastediyoruz.) Onlar, kendi uzmanlık alanları olan "hadis nakli" ile iktifa edip, hadislerin ihtiva ettiği itikadı ve fıkhı ahkâmı da bu sahaların uzmanları olan Fıkıh ve Kelâm alimlerine bıraksalardı, gerek kendileri ve gerekse Ümmeti Muhammed için en uygun ve sağlam olan yola girmiş olacaklardı ve kendileri de, aşağıda örneklerini vereceğimiz tarzda gayri makbul ve gayri makûl şeyleri birer itikat umdesi olarak ileri sürmezlerdi.

Hattâ Fıkıh sahasında Ehli Hadis'in çoğu, belli bir fıkhı mezhebi iltizam etmiş iken, ne yazık ki Akait ve Kelâm sahasında durum böyle olmadı ve onlar, kollarının uzandığı noktaların daha ötesine uzanma gayreti içinde türlü türlü garabetler içine düşmekten kurtulamadılar. Üstelik Akait/Kelâm sahasındaki bu tutumlarının zararı yalnız kendilerini tehlikeye düşürmekle kalmadı, kendilerinden sonra gelen nesilleri de aynı handikapın içine sürüklediler.

Sözünü ettiğimiz bu eğilim, genellikle "müteşabihat" kapsamına giren bazı ayeti kerime ve hadisi şeriflerin, zahirî anlamlarının esas alınması gerektiği iddiasıyla yanlış yorumlanması neticesinde tecsim inancına kadar gitti.

(Tecsim, Allah Teala'ya cisimlik vasfı izafe etmek, O'nun, yaratıkların özelliklerine benzer özelliklere sahip olduğuna inanmak ve meselâ insanlar gibi elikolu bulunduğunu, yürüdüğünü, koştuğunu, oturupkalktığını, boşlukta bir yer işgâl ettiğini, aşağıya inip yukarıya çıktığını, konuştuğunu ve güldüğünü... iddia etmek dernektir.)

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, genellikle Ehli Hadis arasından çıkmış bulunan ve nassların zahiri ifadelerini esas alan kimseler, bu iddialarla cahil ve bilgisiz bir kısım insanların da Allah Tealâ Celle Celalûh hakkında bu türlü yanlış inançlara sapmalarına sebebiyet verdiler.

Haşîş b.Esram'ın "Kitâbıı'lİstikâme"si, İmam Ahmed b.Hanbel'in oğlu Abdullah'ın, elHallâl'ın, Ebu'şŞeyh'in, elAssâl'ın, Ebû Bekir b.Ebî Âsım'ın ve etTaberânî'nin "Kitâbu'sSünne" diye anılan eserleri, Harb b.İsmail esSîrcânî'nin "esSünne ve'lCemâ'a"sı, İbn Huzeyme ve İbn Mende'nin "Kitâbu'tTevhîd" isimli eserleri, elHakem b.Ma'bed elHuzâ'i'nin "Kitâbu'sSıfât"ı, Osman b.Sa'îd edDârimî' nin "Nakzu'dDârimi"si, elÂcurrî' nin "eşŞerî'a"sı, İbn Betta ve Ebû Nasr esSiczî'nin "elîbâne"si, Kadı Ebû Ya'lâ'nın "İbtâlu'tTe'vilât"ı, elHerevî'nin "Zemmu'lKelâm" ve "elFârûk" isimli eserleri bu sahada tahripkâr etki yapmış çalışmalardandır.

Bunlardan sonra gelen İbn Teymiyye, İbnu'lKayyım ve bunların çizgisini takip eden Hanbelî Vehhâbî anlayış vasıtasıyla teşbih tecsim inancı günümüze kadar varlığını muhafaza etmiştir.

(Bu yazının son kısmında, yazının yazılmasına sebep teşkil eden birkaç örnek zikredilecektir. Ancak günümüzdeki durumun, bu örneklerle sınırlı olmadığı ortadadır.)

Hattâ İbn Abdilberr, ezZehebî, İbn Kesîr gibi bir kısım ulema da bu çizginin tesiri altında kalmaktan kurtulamamış ve eserlerinde teşbih ve tecsim inancım aksettiren bir tavır sergilemişlerdir.

"Mücessime" veya "Müsebbibe" diye isimlendirilen bu taifenin, müteşabihat ile ilgili Kur'an ve Sünnet nasslarını, aklı tamamen iptal ederek zahiri ifadesiyle anlamak gerektiği iddiası ve bu yaklaşımlarını desteklemek amacıyla güvenilmez birtakım rivayetlere bel bağlaması, ortaya, yarattıklarına benzeyen bir ilâh inancı çıkarmıştır.

Şüphesiz Ehli Sünnet uleması, bu sakat anlayışa gerekli cevapları vermiş ve meseleyi, aklî ve naklî delillerle en açık şekilde ortaya koymuşlardır.

Bu ulema arasında:

elHattâbî, Ebu'lHasan etTaberî, İbn Fûrek, elHalîmî, Ebû İshak elİsferâînî, Abdülkahîr elBağdâdî, elBeyhakî, İbnu'lCevzî ve Takiyyuddîn elHısnî gibi isimler sayılabilir. Bu meyanda tahkik ehli ulema tarafından kimi noktalarda yanlışlıklara düştüğü söylenmiş olanİbn Kuteybe'nin ismi de zikredilebilir.

İsimlerini saydığımız bu ulemanın, meslek ve meşreplerine göre bir kısmı aklî delillere, bir kısmı da naklî delillere dayanarak tecsim ve teşbih inancını çürütmüşlerdir. Bunlar arasında. elBeyhakî gibi, her iki noktaya da gerekli ağırlığı veren ve akılnakil dengesini oldukça başarılı bir şekilde kuranlar da mevcuttur.

MÜCESSİME'NİN YANILGISI

Mücessime dediğimiz bu grup. yukarıda da belirttiğimiz gibi. Kur' an ve Sünnet nasslarım zahir ifadeleri ile almak gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ama bunu yaparken, işin içine kendi yanlış anlayışlarını katmışlar ve bu yaklaşımlarının tabii bir neticesi olarak Allah Tealâ'yı Celle Celalûh mahlûkata benzetme hatasına düşmüşlerdir.

İddiaları, nassları zahiri üzere anlamak ve te'vil etmemektir. Ancak onlar bunu yaparken tabiri caiz ise ipin ucunu kaçırmışlar ve aşağıda örneklerini vereceğimiz türden yanlışlıklara sapmaktan kurtulamamışlardır.

Oysa gerek bedihiyyattan olan aklî gerçekler, gerekse sahih Arapça'nın kullanım biçimleri, söz konusu müteşabihatı makûl şekillerde anlamanın mümkün olduğunu göstermektedir. Bu, müteahhirun (:sonraki dönemlerde yaşamış olan) ulemamızın tavrıdır. Avamın bu hassas konuda yanlış inançlara sapmaması için onlar bu türlü nassları makûl anlamlara hamletmişlerdir.

Bir de bu türlü nassları olduğu gibi kabul edip hiçbir yorum yapmama, ne ifade ettikleri ve nasıl anlaşılmaları gerektiği konusunda hiçbir fikir yürütmeden onları kabul etme tavrı vardır ki, bu da Selef'in tutumudur.

Öte yandan müteşabihat alanına giren hususlarda bu türlü yanlış anlamalara düşmemek için, tenzih ayetleri dediğimiz ki bunların bir kısmını aşağıda zikredeceğiz ayetleri merkeze almak ve müteşabihatı da bu anlayış içinde değerlendirmek gerekir.

Meseleye böyle baktığımız zaman, Selefi Salihin'in anlayışına ulaşır, bu netameli konuda istikametimizi şaşırma handikapına düşmekten ancak böyle kurtulabiliriz.(Devam edecek)

Kaynak:Beyan Dergisi


Konular