Zehirli | Konular | Kitaplar

Develerle Taşınan Kitaplar

Kitap meraklıları, kütüphane sahipleri, hayatlarının en zor günlerini taşınma esnasında yaşıyorlar. Yüzlerce, binlerce cildin nasıl nakledileceği büyük bir problem olarak karşımıza çıkıyor. İki taşınma, bir yangına bedelmiş. Dört defa taşınmak zorunda kalırsanız artık nasıl korkunç bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunuzu düşünebilirsiniz. Bu sıkıntıyı ben defalarca yaşadım. Her seferinde gözüm gibi esirgediğim kitapların büyük bir kısmı zarar gördü. Kiminin cildi bozuldu, kiminin sayfaları dağıldı, kimi de kayboldu. Kütüphanemin raflarını, harp malullerini andıran perişan kitaplar dolduruyor.

Son defa ev değiştireceğim sırada nakliyecilerle telefon pazarlığı yaptım. Evde çok sayıda kitap var, ona göre fiyat belirleyin dedim. Anlaştık. Fakat adamlar fakirhaneye gelip zengin bir kütüphaneyle karşılaşınca anlaşmayı bozdular. İki misli fiyat istediler. Çaresiz kabul ettim. İçlerinden biri takviye kuvvet istemek için telefona sarıldı. Mahalli şiveyle, “Ula Haso, biz bir belaya çattık! Bana üç kişi daha gönder!” dedi. Adam açıkça, kitaplarıma “bela” diyordu. Ne çare ki o anda ben buna katlanmak zorundaydım. “Bela” çıkarmak istemiyordum.

Taşınmalar esnasında meydana gelen tahribat şöyle dursun, bir de eve kitap taşıma konusu var ki o da başlı başına bir problem teşkil ediyor. Satın aldığı kitabı akşam eve götürmenin usulünü ve yöntemini bilmeyenler, çoğu zaman zor durumda kalıyorlar. Hanımlarıyla kavgalı hale geliyorlar. Halbuki her meselenin bir çözümü vardır. Mesela ayrı bir ev tutmak veya oda kiralamak da bunlardan biridir. Merhum İsmail Saib Hoca’nın bir han kiraladığı, bütün odalarını satın aldığı kitaplarla doldurduğu, ölümünden sonra anlaşılmıştı. Muallim Cevdet de, Sahaflar Çarşısı’na giderken yanına iki de hamal alıyordu. Ama unutmayalım ki merhum bekârdı, dolayısıyla “kadın korkusu” yoktu. Al alabildiğin kadar, taşı taşıyabildiğin kadar. Unutmadan söyleyeyim, Muallim Cevdet’in kitapları vefatından sonra Beyazıt Meydanı’ndaki Belediye Kütüphanesi’ne, sonra da Taksim’deki Atatürk Kitaplığı’na taşındı.



FERİT KÂM’IN KİTAPLARI

Söz taşınmadan açılınca Üstad Ferit Kâm’ı hatırladım. “Şerh-i mütun” konusunda tam bir otorite kabul edilen merhum da kitap taşıma çilesine maruz kalıyor. Kısaca anlatayım: Darülfünun “İstanbul Üniversitesi”ne dönüştürülünce, Ferit Bey, kadro dışı kalıyor. Sıkıntılı günler başlıyor. Hoca, Ankara Radyosu’nda görev yapan oğlu Ruşen Ferit Kâm’ın yanına gitmek istiyor. Tabii ki, bu kadar kitabın nakledilmesi büyük bir problem olarak karşısına çıkıyor. Kitaplar sandıklara yerleştiriliyor, nakliye için dünyanın parası ödeniyor. Bütün bu işlemler devam ederken, Üstad’ın hanımı artık kendini tutamayıp “A efendi! Kırk yıldır, kedi yavrusunu taşır gibi, bunları o şehirden bu şehre taşıyorsun. Üniversiteden çıkarıldığına göre artık bu kitaplar işine yaramayacak!” diyor. Ferit Bey şu cevabı veriyor:

-Hatun! Hatun! Sen de pek işe yaramadığın halde kırk yıldır yanımda taşıyıp duruyorum.

ARİF HİKMET BEY

Osmanlı şeyhülislamlarından Arif Hikmet Bey, kitaplara çok düşkündü. Kendi adına, hem İstanbul’da, hem Medine’de kütüphane kurdurdu. Merhum Ali Ulvi Kurucu hocamızın hatıralarından anlaşıldığına göre, Şeyhülislam da, ailesiyle birlikte Medine’ye yerleşmek istiyor. Fakat devrin padişahı Abdülmecid, “Senin İstanbul’da yapacağın hizmet daha önemli.” diyerek engel oluyor. Mecburen İstanbul’da kalan Arif Hikmet merhum, hanımına şöyle vasiyet ediyor:

“Hanım, ben ölünce kitaplarımı sandıklara koydur. Medine-i Münevvere’deki kütüphane binasına götür. Yapılmış hazır bekleyen dolaplarına yerleştir. Kendin de bitişikteki evinde otur. Ecelin gelince Cennetü’l-Bakî’ye gömülürsün.”

Arif Hikmet Bey vefat edince bu muhterem hanımı vasiyeti yerine getiriyor. Binlerce cildi sandıklara yerleştiriyor, develerin sırtında Medine’ye naklettirip dolaplara dolduruyor. Kendisi de burada kalıyor ve ölünce Cennetü’l-Bakî’ye defnediliyor.
Efendim, macera bununla da bitmiyor. Bu hazinedeki kitaplar, bir kere daha taşınma mecburiyetinde kalıyor. Birinci Cihan Savaşı başlayınca, Medine müdafii Fahreddin Paşa, hemen tedbir alıyor, kütüphanedeki bütün kitaplar sandıklara konularak, muhafaza için Şam’a götürülüyor. Tehlike geçtikten sonra -bir kitap bile eksilmeden- geri getiriliyor.

Demek ki taşınmak sadece insanların değil, kitapların da kaderinde varmış. Allah’a şükürler olsun ki, biz laf taşımıyoruz, kitap taşıyoruz!..

HOCA NASREDDİN

Bir de Nasreddin Hocamızın çocuk susturma yöntemi var ki evlere şenlik!

Efendim, hoca merhumun hanımı da ağlamakta olan çocuğunu bir türlü susturamıyor, tabii ki fena halde bunalıyor. Karısının zor durumda kaldığını gören Hoca, olaya el koyuyor. “Hanım hanım, şu duvardaki asılı olan kara kaplı kitabı bana ver bakalım.” diyor. İlk başta kadın buna bir anlam veremiyor. Hoca hanımın şaşkınlığını gidermek için şöyle diyor:

-Hatun! Ben bu kitaptan camide vaaz ediyorum. Daha birkaç sayfa okumadan cemaatin bir bölümü uyuklamaya başlıyor. Şimdi bundan üç beş cümle okuyayım, bak göreceksin velet derhal susup uyuyacak.

ÇOCUK SUSMAYINCA

Gönül ferman dinlemediği gibi, ağlayan çocuk da kolay kolay söz dinlemez. Çocuğa padişah bile hükmedemez. Sustursa sustursa yine annesi susturur. Hatta bazen anneler bile çaresiz kalır. Lisedeki Edebiyat hocam anlatmıştı:
Hanımın biri ciyak ciyak bağıran, durmadan ağlayan çocuğunu bir türlü susturamıyormuş. Onun böyle zor durumda kaldığını gören komşularından biri, mahallenin imamını kastederek, “Hocaya git de çocuğa bir muska yazsın.” demiş. Kadıncağız çaresiz denileni yapmış.

Hoca efendiye gidip durumu anlatmış. İmam, “Ben böyle şeylerden anlamam, bu zamana kadar kimseye de muska yazmadım.” deyip kabul etmemiş. Fakat kadıncağızın ısrarına dayanamayarak ufacık bir kağıt parçasına birkaç cümle karalamış.

Bir güzel muşambayla sarıp kadına uzatmış “Al bunu çocuğun boynuna tak, ağlaması derhal kesilir.” demiş. Dertli anne eve gelir gelmez muskayı veledin boynuna geçirmiş. Gariptir ki, çocuk derhal ağlamayı kesmiş. Durumdan memnun kalan anne, aynı zamanda çok şaşırmış. Acaba bu kadar etkili muskada ne yazılı diye merak etmiş. Açıp okumaya başlayınca şu sözlerle karşılaşmış:

“Ey Kadın! Çocuğun ağlayınca kucaklayıp emzir. Yine susmazsa al sırtına gezdir!”

KADI VE KADIN

Ünlü tarihçilerimizden Ahmet Refik Altınay’ın “Tarih-i Umumi” isimli eserinin beşinci cildini karıştırırken rastladığım bir anekdot ilgimi çekti. Endülüs Emevi hükümdarlarından İkinci Hakem ile bir kadın arasında geçen ilgi çekici olay şöyle:
Rivayete göre fakir bir kadının halifenin bahçelerine yakın bir yerde, bir tarlası vardı. Hakem buraya bir köşk inşa ettirmek istemiş, görevlilere tarlanın satın alınmasını emretmişti. Fakat kadın tarlayı satmak istemiyordu. Efendilerinin emrini mutlaka yerine getirmeyi aklına koyan görevli memurlar, durumu halifeye bildirmeden harekete geçiyorlar; tarlayı zorla istimlâk ederek üzerine köşkü kuruyorlar. Zavallı kadın, adalete ve kanuna aykırı olan bu hareket üzerine, Kurtuba kadısına giderek şikâyette bulunuyor. Kadı Beşir, kadının şikâyetini dinledikten sonra, adaletin mutlaka yerini bulacağını söylüyor.

Bir gün, halife bu yeni köşkte istirahat ettiği sırada, Kurtuba kadısı Beşir, bir eşeğin üzerinde, boş bir torba ile halifenin önünden geçiyor. Tam bu sırada halifeye iyice yaklaşarak önce elindeki torbaya toprak doldurmasını, sonra da bunu merkebe yükletmesini rica ediyor. Halife, bu işte bir iş var diyerek torbayı dolduruyor. Fakat bu torba çok ağır olduğu için bir türlü kaldıramıyor. İşte o zaman Kadı, büyük bir vakarla şöyle diyor:

-Ey müminlerin Emiri! Bak bu torba, tebaandan birinin elinden zorla aldığın tarlanın ancak çok küçük bir parçasıdır. Sen şimdi bu kadarcık bir torbayı kaldıramıyorsun, yarın ahirette o koca tarlayı nasıl kaldıracaksın?

Bunun üzerine halife işin aslını öğreniyor, hatasını anlıyor ve tarlayı köşkle birlikte kadına iade ediyor!

Kadı, kadını uğradığı haksızlıktan işte böyle kurtarıyor.

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’NİN YAYIMLADIĞI “İSLÂM HUKUKU”

İslâm şeriatının hukukî esaslarını en mükemmel ve en mufassal bir şekilde kaleme alan âlimlerimizden biri de, eski Diyanet İşleri başkanlarından Ömer Nasuhi Bilmen’dir. Merhumun “Hukûk-ı İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhıyye Kâmusu” ismiyle yayımladığı 8 ciltlik bu eser, devrin ilim adamları, özellikle hukukçuları tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. İslam hukukunun şaheseri olarak kabul edildi. İslamî düşünceye, manevi değerlere mesafeli duran bir takım ilim adamları ve ünlü hukukçular bile, Hoca Efendi’nin bu hacimli çalışması karşısında hayranlıklarını ve takdir duygularını dile getirmekten kendilerini alamadılar. Esere takriz ve takdim yazıları yazdılar.

Ellili yıllarda İstanbul Üniversitesi rektörlüğünde bulunan Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, “Hukûk-ı İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kâmusu” hakkında şunları söylüyor:

“Mazide İslam hukukunun gelişmesinde ve hadiselere tatbikinde büyük hizmetleri dokunmuş olan Türk hukukçularına bugün de zamanın kıymet hükümleri dahilinde tetkik ve izahı vazifesi düşmektedir. Fakat bu mühim işe başlamak için seleflerimizin bir bahr-ı bî pâyân ( sınırsız bir deniz) diye vasıflandırdıkları fıkıh ilmini, İslam hukukunu bütün incelikleriyle ortaya koymak lazımdır.

Asırlar ve kıtalar içinde, milletler ve medeniyetler arasında yayılmış muazzam bir hukuk manzumesini bugünkü nesillerin anlayabileceği bir şekilde ve toplu olarak ortaya koymak her ilim ve hukuk adamının yapabileceği bir iş değildir. Değerli âlimimiz ve müftümüz Ömer Nasuhi Bilmen, büyük bir bilginin ve ihatanın, yorulmak bilmez bir mesainin mahsulü olan bu kıymetli eserleriyle bu çok güç işi başarmış oluyorlar. Bugünün ve yarının hukukçuları orijinal mukayeseli hukuk tetkiklerine, kanun koyucuların hazırlayacakları kanunlara esas olarak bilgileri bu değerli eserde bulacaklardır. Bu kitapla Türk hukuk edebiyatı kıymetli bir eser kazanmış oluyor. Üniversite böyle bir eseri neşriyatı arasında görmekle büyük bir haz ve memnuniyet duymaktadır. Eserin faziletli müellifini, bu büyük başarısından dolayı tebrik ederken bu eserleriyle biz hukukçulara yapmış oldukları kıymetli yardımlarından dolayı şükranlarımı sunmayı da bir borç sayıyorum.”

Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da, “Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk Ordinaryüs Profesörü” olarak bu önemli esere takriz yazıyor, övücü cümleler kullanıyor. Daha birçok hukuk otoritesinin takdirle karşıladıkları, hayranlıkla söz ettikleri bu muazzam, muhteşem, mübarek ve muhalled eserde – bazılarının öcü görmüş gibi korktukları- “şeriat” kelimesi şöyle tarif ediliyor:

“Şeriat, din lisanında Cenab-ı Hakk’ın kulları için ortaya koymuş olduğu dinî ve dünyevî hükümlerin tamamıdır. Bu itibarla şeriat din kelimesiyle eş manalıdır. Hem aslî hükümler denilen itikatları, hem fer’i hükümler denilen ibadetleri, ahlak ve muameleleri ihtiva etmektedir. Şeriat, bir peygamber tarafından tebliğ edilmiş olan ilahî kanunlar demektir. Bu kanunun asıl sahibi olan Cenab-ı Hakk’a, ‘Şâri-i Mübin’ denilmektedir.”

Öyleyse hükmü verelim: Şeriat İslâm demektir. İslam ise ışıktır. Aydınlıktan insan değil, başka bir takım yaratıklar rahatsız olur.

“Rencîde olur dîde-i huffaş ziyâdan”


Konular