Zehirli | Konular | Kitaplar

YAKIN DÖNEM İLİM VE FİKİR ATLASI

EMİN SARAÇ HOCA İLE YAKIN DÖNEM İLİM VE FİKİR ATLASI ÜZERİNE

Gidenlerin yeri doldurulamadı. Bu gün itibariyle ne Mustafa Sabri ne de Ali Haydar Efendi çapında alimimiz var. “Kaht-ı rical” yaşıyoruz. Muhteşem bir mirasa sahibiz fakat, harici ve dahili unsurlar ilimle aramıza kalın duvarlar ördü. Her şeye rağmen yer yer zuhur eden alimler, yeni kuşakları ilmi mirasımızla buluşturan koridor vazifesi görmekteler.

Emin Saraç Hoca, mazi ile günümüz arasında koridor vazifesi gören ya da kudema bezminde ahirde ders okutan alimlerden biri. Fatih Camiinde Osmanlı ulemasından okuduğu şekilde İslami ilimleri okutmaya devam ediyor. Özellikle hadis alanında çok sayıda talebe yetiştirdi.

Daha önce Hoca efendi ile Fatih Camii merkezli bir söyleşi yapmıştık. Aşağıda okuyacağınız söyleşide ise Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki İstanbul’un ilim ve zikir atlasından İslam coğrafyasındaki modernist akımlara kadar bir çok meseleyi konuştuk.

-İnkişaf-

Hafızlık

İnkişaf: Hocam uygun görürseniz ilk olarak İstanbul öncesi tahsil hayatınızdan başlayalım?

İlk olarak memleketimizde hafızlık yaptık. Biz dört kardeş hafızlığı babamızda ikmal ettik. Doğrusu babamın o zamanki gayreti fevkalade bir hadiseydi. O günkü şartlarda jandarmaların baskısı vardı. Babamı kaç defa alıp götürmüşlerdi. Fakat O hapisten gece yarısı gelir-gelmez bizi kaldırır Kur'an okutmaya devam ederdi. Bizi evimizin yüksekçe yerinde yorganlara sarıp da hafızlık yaptırırdı. Çünkü dışarıdan birisi geldiğinde Kur'anlarımızı göğsümüzün üstüne koyup yorganın içinde uyuyor gibi yapardık.

Evimizin hemen üst tarafından yukarı doğru ormanlık gidiyor oralarda, dağlarda hafızlık çalışırdık. Babam hem fevkalade gayret gösterir hem de gözyaşları içinde dua ederdi: “Ya Rabbi evlatlarımızı din-i Mübin-i İslam'dan ayırma.” Bunları yapmak kolay işler değildi. Ben maalesef çocuklarımın hiçbirisini hafız yapamadım. Bu benim için bir yürek yarasıdır, inşallah torunlarım hafız olsunlar da hafız dedesi olayım diye niyaz ediyorum, beni sevenlerden bu hususta dua etmelerini istirham ediyorum.
İnkişaf: İstanbul’a ne zaman geldiniz?

Kırk üç senesinde İstanbul'a geldik. O tarih harp henüz bitmemişti.

İstanbul’un İlmi Durumu

İnkişaf: O yıllar itibariyle İstanbul’un ilmi durumu nasıldı, hala Osmanlı bakiyesi alimler tedrisata devam ediyorlar mıydı?

Efendim Fatih Camii’nde hocalar arasında konuşulurken birkaç defa işitmiştim. Dersiâmlardan sağ olan 60 kişi kaldı diye. Onların hepsi Sultan Abdülhamid devrinden kalan zevat olması hasebiyle senede beş tanesi on tanesi hocalıklarına işaret olarak tabutlarının üzerine sarık konularak ahirete gittiler. En son olarak Dersiâmlardan Bekir Haki Efendi ahirete gitmiştir. Bekir Haki Efendi'den daha kuvvetli daha kudretli allameler geçmiştir bu diyardan. Bu konuda şunu da söylememiz gerekir: Dersiâmlar iki çeşitti. Müciz dersiâmlar ve mücâz dersiâmlar. Nitekim mezar taşlarında görürüz, müciz dersiam diye. Müciz ne demektir? İcazet vermiş olan dersiâm demektir ki bir icazet asgari 15 senede verilir. Hocaefendi “Nesara” (İslami tedrisatın ilk kitabı olan ‘Emsile’de çekimi yapılan fiil) ile başlar derse, devam eder, “Şerhi akaid” bittikten sonra icazet verir. En kısa zaman olarak Mustafa Sabri Efendi 12 senede icazet vermiştir. İcazet alan (mücaz) 51 talebenin merasimi 1321 senesinde, Fatih Camii şerifinde yapılmıştır. Onun bu talebelerinin en sonuncusu Niksar Müftüsü Said Efendidir, ondan çok malumat almıştım. Mücaz (icazetli) dersiâmları ikinci tabaka olarak düşünürlerdi. Çünkü bir alim icazet aldıktan sonra tedris yapıp da icazet vermediyse onun fetvasıyla amel edilmeyecek kadar o zayıf görürlerdi. Onlar ikinci tabaka alimlerdi, ta ki aradan zaman geçip de ilimleri artıncaya kadar. Çünkü ilim zamanla tekevvün eder. Ali Haydar Efendi Hocamız, Kuduri'den “rehin bahsini” çok güzel, inceden inceye anlatmıştı, baktı bana ve dedi ki: “Sen şimdi bu adam bu meseleleri bu ibarelerden nasıl çıkardı dersin, biz de sizin gibiyken böyle düşünürdük, hatta Fatih Camii’nde bu dersleri okuttuğum zaman bu gün anladığım kadar derin ve dakik anlayamıyordum. İlim zamanla tekevvün eder.”

Ali Haydar Efendi şu sözü her zaman söylemiştir, “Ben 6 yaşındayken okumaya başladım, okumaya da çok harisim, o günden beri günüm geçmemiştir ki, beş altı saat derse bakmayayım kitap okumayayım. Buna rağmen her gün bir cehlimi keşfediyorum, her gün bir cehaletimi görüyorum, bu cehalet bitmeyen bir şeymiş”. O cehaletten bahseder, etrafına gelen insanları devamlı surette okumaya teşvik ederdi. Huzuruna gelen hoca efendilere sualler sorar bilemedikleri zaman da “niye mütalaanızı zayıf tutuyorsunuz, niçin okumuyorsunuz” diye serzenişte bulunurdu. Fakat bunu gayet güzelce yapardı. Geçenlerde yaşlı bir zat olan Mehmed Ali Bey’i ziyaret etmiştim, dedi ki, ben Onun meclisine gittiğim zaman hocalara öyle sert konuşurdu ki adeta kendi çocukları gibi, “niye okumuyorsunuz, niye gayret etmiyorsunuz” diye. Tabi ki onlara böyle hitab ederken onun neyi kasdettiğini onlar da gayet iyi biliyorlardı. Hatta Ömer Nasuhi Efendiyle nasıl konuştuklarını bilirim, “Ömer Efendi evladım, Ömer Efendi evladım” deyişini çok iyi hatırlıyorum. Çünkü onun “Heyeti telifiyye”de reis olduğu dönemde Ömer Nasuhi Efendi Kalem-i mahsusu yani başkatipi olarak çalışıyorlardı. Ali Haydar Efendi hocamızın riyasetinde ki heyet, Mecelle-i Ahkam-ı Adliye'yi tekmil ve tanzim üzerine çalışıyordu. Çok esef ederdi ki, bu tabirler ona aittir, “o nukulatımızı ne ettiler, nerde zayi ettiler o zaman çok şeyler ortaya koymuştuk, ne oldu o birikim” derdi.

Üç Baş Medresesi

İnkişaf: Ali Haydar Efendi’den okuduğunuz yıllar onun ahir ömrüne tekabül etmekte idi, yaşlılıktan dolayı ders verirken zorluk çeker miydi?

Ali Haydar Efendi hocamız sesi, sözü, neşesi yerinde bir insandı. Dersi tane tane anlatırdı, yüksek sesle konuşurdu, hatta biz herhalde kulakları duymuyor da onun için böyle yüksek sesle konuşuyor derdik.

Biz yazları birkaç ay memlekete giderdik. Mesela Ramazandan sonra gider kurbandan sonra geri gelirdik. Bir defasında biraz gecikmiştim, bana “niçin böyle haylazlık yapıyorsun talebe böyle haylazlık yapar mı” diye biraz kızmış ve tembihte bulunmuştu. Bir defasında -hangi seneydi bilmiyorum-, memleketten döndükten sonra yine derse gittim, “hocam derse başlayacak mıyız?” diye sordum, ellerini şöyle yana açaraktan, "halimi görüyorsun ya, artık çok yaşlandım nefesim yetmiyor, bu sene ders okuyamayacağız" dedi, ben de boynumu kırdım, cevap vermedim, döndüm. Ertesi gün, -bu günkü gibi hatırlarım- Üç Baş Medresesi’nde minarenin dibindeki birinci kapıdır bizim odamız, Hocamızın hanımı annemiz sabahın saat sekizinde kapıyı çaldı, “efendi baban seni çağırıyor” dedi. “Ne zaman geleyim” deyince “her zaman geldiğiniz gibi öğlen namazında gelirsiniz.” dedi. Gittim. Hocamız “Dün akşamdan beri uyuyamadım” dedi. Ellerini dizlerine vurarak “uyuyamadım” diyordu “ben nasıl talib-i ilim olan bir kimseyi geri çevirdim, bu nefes bu bedende var iken nasıl talib-i ilmi reddettim” diye esef ediyor ve "men suile an ilmin ya’lemühü feketemehu …” (Her kim ki, kendisine bildiği bir mesele sorulurda cevap vermekten istinkaf ederse, Allah Teala ona kıyamet günü ateşten bir gem vurur.) hadisini okuyor, üzüntüsünü izhar ediyordu. “Hadi derse başlayacağız ve bu nefes bu bedende varken derse devam edeceğiz, ne kadar nefesimiz varsa bu yolda sarf edilecektir.” buyurdu.

Eşhedü billah böyle (Allah şahittir). Tek kişiye ders okuturken elli kişiye, yüz kişiye ders okutur gibi dikkat ve itina gösterirdi. Bu da bize bir misaldir. Biz bu fani hayata bir daha gelecek değiliz, ilim yolunda olan kimseler daima bildiklerini sarf etmekle mükelleftirler, yoksa Allah'tan çok büyük itab alırlar.

Bizim en büyük vazifemiz ilmi neşretmektir, kainatın nizamı bu tedris meselesi üzerine bina edilmiştir. Kitabullah'ın Sünnet-i Rasulullah'ın neşri bunları bilen, okuyan kimselerin bu hususta mesai sarf etmesiyle mümkündür. Milletimizi ikaz etmek, onlara emanet-i ilahiyi ulaştırmak zarureti vardır, bundan dolayı herkesin kendi vazifesini bilmesi, okutmaya çalışması lazımdır.

Şifa Dersleri

İnkişaf: Bir dersinizde Ali Haydar Efendi’nin Kadı İyaz’ın “Şifa-i Şerif”ini ağlayarak okuttuğundan bahsetmiştiniz, şimdilerde ise bazı ilahiyatçılar Şifa üzerine reddiyeler kaleme almaktalar. Ulema nezdinde Şifa niçin yüksek bir değere sahipti ya da bu gün Müslüman modernistler niçin onu tenkit etmektedirler?

Ben tenkit ettiklerini duydum, ama nasıl tenkit ettiklerini okumadım, bilmiyorum. Herkes bir şeyler söylüyor. Ancak şunu söyleyebilirim; Buhari, Müslim ve Şifa, Kur'an-ı Kerim'den sonra Müslümanların ellerinde en çok bulunan ve Hindistan'dan Magrib'e kadar her yerde okunan bir kitaptır. Mesela Mısır'da görmüştüm, Cami-i Hüseyni'de Mısır Müftüsü Haseni Mahluf gibi bir zat muayyen günlerde kürsüde Şifa’dan okurdu. Medine-i Münevvere'de Babü's-selam'da Cafer Fakih Efendi'nin babası da Şifa okuturdu. Yine Şifa-i Şerif İstanbulumuz’un her bir camiinde ders olarak okutulurdu. Fatih Camii Şerifinde Hüsrev Efendi muayyen günlerde bu dersi verirdi.
Bu kitap ulemanın elinden düşmemiştir. Bu eser, üzerine pek çok şerhler yazılmıştır. Ulema bu kitabı, Rasulullah Efendimiz’in muhabbetini Müminlerin kalbinde canlı tutmak için en büyük amil olarak görmüşlerdir. Üzerinde ittifak edilmiştir. Bizim bugünkü insanlarımız, Ulemay-i İslam’ın ittifak ettikleri hususları batıl üzerinde yapılan ittifaklara mı benzetiyorlar?! Bunu nasıl söylüyorlar. Hayret ediyorum.
İnkişaf: İstanbul’da başka kimlerden ders okudunuz?

Mısır’a gitmeden evvel Silistreli Süleyman Efendi'den bir hafta okuduk. Fakat Onu takibata aldıklarından ders dağıtıldı. Sonra Gümülcineli Mustafa Efendi’den çok şeyler okuduk. Bu sırada Fatih Camii Şerifi baş imamı Ömer Efendi'den, Husrev Efendi'den dersler aldık. Bu zatlar en çok ders okuduğumuz hocaefendilerdir. Allah hepsinden de razı olsun.

İSTANBUL’DA HALİDİLİK

İnkişaf: Sizin okuduğunuz yıllardan geçmişe doğru bakıldığında İstanbul’un sufi yapısı nasıldı? Osmanlı’nın son anları ve Cumhuriyet’in ilk yılları itibariyle Nakşi-Halidiliğin İstanbul’da ki meşhur 4 tekkesinin konumundan bahseder misiniz?

İsmet Efendi Tekkesi

Dört tekke deyince şunu anlayalım: Bunlar Nakşilerin Halidiyye kolu için adeta yeniden canlanma ve tecdid safhasıdır. Bu dört taneden birincisi Mustafa İsmet Yanyavi tekkesidir. Bu zat Yanya kadısı iken hacca gider orada, Mekke-i Mükerreme'de aslen Erzincanlı olan Abduulah-i Mekki ünvanıyla maruf olan zata intisab eder. Abdullah-i Mekki, Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretlerinin Halifesidir. Kendisi, Mustafa İsmet Efendi’ye lazım gelen seyr-u sülukünü yaptırır ve kendilerine “kadılıkla değil, irşadla meşgul olacaksın” diyerek Onu İstanbul'a sevk eder. İstanbul'a ilk ayağını basan Halidi odur.

İsmet Efendi Tekkesi’nin devamı İsmail Ağa Cemaatidir. Mahmud Efendi'nin âl-i himmeti ve hizmetleriyle devam etmektedir. Hele şu camilerin mihrabına imam yetiştirme babındaki hizmetleri çok takdire ve tebcile şayan bir manzara arz etmektedir. Kadınların tesettüründeki dikkatleri, sünnet-i seniyyeye temessükteki dikkatleri, cidden memleketimiz için manevi bir destektir, Allah saylerini meşkur etsin derim.

Kaşgari Tekkesi

Halidilerin ikinci kolu Eyüp'te ki Kaşgari tekkesidir. Tekkenin postnişini Abdülhakim Arvasi hazretleri idi. Tekkeler seddedildiği (kapatıldığı) zaman orada O vardı. Bu zat da ulema arasında şanı çok yaygın bir vaziyette idi. Hocalarımız kendisinin Bayezid Camii’ndeki tefsir derslerinde gösterdiği kudret-i ilmiyeyi medh-u sena etmekle bitiremezlerdi. Zaten medariste (medreselerde) ve mütehassisin medresesinde tasavvuf hocalığı yapmıştı.

Abdülhakim Arvasi'nin tefsir dersleri ile alakalı elimde bir yazı var. Bu yazı hocaefendinin hizmet için neler yaptığını, nasıl gayret gösterdiğini görmek ve ibret almak açısından çok mühimdir. Yazıda şunlar yazılı: "Hicretimizin mebdei (başlangıcı) olan bin üç yüz sene-i hicriyyesinin şehr-i recebi ibtidasından itibaren dördüncü recep yani 1337 senesi recebinde Bayezid Camiinde tefsire Fatihahan olduk. Sırf bu derse mahsus olarak vaz’ olunan kürsüde 1348 ve 1349 seneleri Ramazan ayları ile, -bir iki ders müstesna olmak üzere- her hafta Pazar, Salı ve Perşembe günleri bila fasıla (aralıksız) devam ederek işte biinayetillahi teala (Allah Teala’nın yardımıyla) 1356 sene-i hicriyyesinde ki cem'an (toplam) yekün yirmi senenin ikmaline karib bir zamanda hatime-i han vennas olduk. Sûre-i Bakara'nın nihayetine kadar Ebus'suud Efendi Tefsirinden, Onu müteakib sure-i Kehf’in ibtidasına kadar ibaresi selis ve leziz olan Nimetullah tefsirinden, ondan sonrasını da tefasirin en makbul ve müşkili olan Beyzavi tefsirinden okutulmuş ve hitama erilmiştir ki, bu suretle tefsirin kıraati pek az kimselere nasib ve müyesser olmuştur. Bu müddet zarfında devam eden zevat sıcak ve soğuk demeyerek bir kısmı heman yüzde doksanına bir kısmı da nısfına (yarısına) bir kısmı da sülüsüne (üçte birine) devam etmişlerdir. Bu müddet zarfında bundan başka olarak Fatih Camii şerifinde birkaç sene Nimetullah, Ebu's-Suud ve Tâcü't-Tefasir olan Huseyn-i Kaşifi'nin tefsirlerinden ve yine Sinan Paşa Camii Şerifi’nde birkaç sene Şir'atü'l-İslam, Şifâ-i Şerif ve Hulasatü'l-vefa fi ahbari dari'l-Mustafa ve Üsküdar'da Yeni Cami'de birkaç sene ba'de'z-zuhr (öğleden sonra) muhtelif tefsirler, Eyüb Camii kebirinde her Cuma ba'de'z-zuhr ve Ağa Camiinde her Cuma badelasr (ikiden sonra), Arab Camii şerifinde birkaç ay, Yer altı Camii şerifinde bir iki ay, Kasımpaşa Camii şerifinde bir iki sene, Kadıköy ve Bakırköy camilerinde birkaç sene muhtelif tefsirlere devam edilmiştir." Bu yazı, Eyüp Sultan civarında ki Kaşgari Tekkesi son Postnişini olan es-Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin İstanbul Cevamii (camilerindeki) şerifesindeki hadematı mergube (saygıdeğer hizmetleri) ve meşkuresinin vesikasıdır. Hemşiresinin mahdumu mükerremi Ahmed Tevfik Bey Efendi bendelerine hediye etmiştir (r.a.). Allah cümlesini garik-i rahmet eylesin.

Bu yazıdan ibret alınacak husus şudur ki, bir hocaefendi başladığı bir hizmete nasıl kendisini veriyor ve bu kadar camileri ihya etmek gibi çok büyük bir vazifeyi ifa edebiliyor, bizim eski hocalarımız vazifelerini işte böyle yapıyor ve camilerimiz böyle onlarla mamur oluyordu. Heyhat nerde şimdi…. Maalesef şimdikiler kısa mevzularda şuradan buradan birkaç kelimeyi alıp da kürsüde söylemeyi marifet sanıyorlar. Elleri kitap tutup da camilerde ders okuturlarsa milletimizin seviyesi o zaman yükselir.

Milletimizin ilmi seviyesi çok düştü. Hele bu günkü Türkçe ki maalesef, ne edebiyat kaldı ne ilmi bir üslup; o kelimelerle dini meseleler konuşulamaz. Yeterli olmazlar.
Manastırlı İsmail Hakkı Efendi'nin Ayasofya Camii şerifinin kürsüsünde ilka ettiği vaazlarını Eşref Edip neşretmiştir ki, o vaazlara bir bakalım da görelim güzel bir vaaz nasıl yapılır. “Ol evvelü Allah ol Ahiru Allah” diye başlar zaman zaman veciz güzel beyitleri de tuluatından (aklına geldiği şekilde, hazırlanmadan) söylerdi. Yine Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı'nın hutbe kitabını alın da bir bakın. Mübarek her hutbe için o konuya uygun bir “hamdele” ve “salvele” okurdu şimdi ise bütün hutbeler aynı hamdele ile başlıyor, bu bile bizim ne derece iflas ettiğimizin göstergesidir.
Şu uydurma kelimelerle bu yüksek mevzular nasıl anlatılabilir?! Hal böyle olunca milletin de seviyesi düştükçe düşüyor. Zaten gazete lisanıyla vaaz da olmaz. Oranın kendisine has kelimat-ı mergubesi/kelimat-ı kayyimesi vardır, kıymetli, edebi, zarif ifadeleri vardır, bunlara dikkat edilmesi lazım. Perişan hali gördükçe insanın yüreği sızlıyor.

Bahsettiğim ilmi güzellikler benimde şahid olduğum hususlardandır, bunlar camilerimizde oluyordu, bunları elli sene öncesine kadar görüyorduk.

İnkişaf: Efendim siz Abdülhakim Arvasi hazretlerine yetiştiniz mi?

Ben Abdülhakim Efendi'nin kendisini görmedim ama mahdum-u mükerremleri merhum Mekki Efendi’ye yetiştim. Kendileri çok faziletli, çok haluk, çok kıymetli bir zat-ı mükerrem idi. Fatih Camii şerifinde “Kâzî tefsiri”ni okutan zevattandır. Son dersiâmlardan olan muhterem bir zattır. Kudret-i ilmiyesi babasından da aldığı ders ve tahsilden dolayı kuvvetli idi. Nitekim kayınpederimin vefatından sonra taziyede bulunmak üzere -kendisi Kadıköy Müftüsü iken- bize uzunca bir mektup yazmıştı ki arabiyyül-ibare (Arapça) olan bu mektup da kendisinin kudret-i ilmiyesini gösteriyordu. (Keşkeler onun kayınpederim hakkında yazdığı taziye mektubunu da yayınlama imkanı olsa onu da bulabilirim de yayınlanır inşallah.) Ben onun torunu yaşında olmama rağmen bana o kadar iltifat ve ihtiram gösterirdi ki, bilmiyorum artık kayınpederimden dolayı mı, Ali Haydar Efendi Hocamızdan dolayı mı, veyahut ta Mısır'da tahsil gördüğümüzden dolayı mı? O, tevazu misali, zarafet timsali bir zat-ı muhterem ve mükerrem idi.

Arvasi ailesinden bir de Seyyid Şefik Efendi vardır ki, İstanbul'da Sultan Ahmed Camii şerifinde son hayatını imamlık yaparak bitirmiştir, o zatı da çokça ziyaret ederdik, Eyüp'te otururdu o da meşayihten, muhterem, mübarek, fazilet timsali bir kimseydi. Evet bu zevat işte o devrin muhterem, mübarek insanlarındandır.
Kaşgari Tekkesi, tekkelerin kapatılmasıyla birlikte son bulmuştur.

Gümüşhanevi Tekkesi

İstanbul’daki üçüncü Halidi Tekkesi Gümüşhanevi dergahıdır. Şam'dan Şeyh Ahmed b. Süleyman el-Huseyni el-Ervadi ismindeki zat İstanbul'a gelmiş ve Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi'yi irşad etmiş ve onu irşatla görevlendirmiştir. Nakşi tarikatının üçüncü Halidi kolunun kapısını açmıştır. İşte bu zat-ı muhteremin açtığı yol da İskender Paşa Camii İmamı Merhum Mehmed Zahid Koktu Efendi ile devam ede gelmiştir. Bizim yetiştiğimiz Hasib Efendi, Abdülaziz Efendi ve Mehmed Zahid Koktu Efendi ile devam eden ve Elhamdülillah hala müntesipleri ve cemaati bulunan üçüncü tarik de budur. Su kesilmiş değildir hala bu çeşmeler açıktır.

Kelami Tekkesi

Dördüncü Halidi Tekkesi şeyhi ise Erbil'den gelen Esad Efendi'dir. O zat-ı muhterem ki vaktiyle Şeyhul-İslamlık makamında Meclis-i Meşayihan reisi idi. Çünkü tasavvuf-tarikat, konularının bir nizamı, intizamı, usulü, erkanı vardır. Esad Efendi hazretleri ki bildiğimiz "Gönül Nur-i cemalinden habibim bir ziya ister" diye şaheser bir kasidesi vardır ve daha nice güzel kasideleri vardır ki bunlar onun vukufiyyetini ve kudret-i ilmiyesini gösteren kelimattandır (eserlerdendir). Kendisi Kelami Dergahında Postnişin idi. Halidi kolunun dördüncüsü de işte budur. Bu yolun devamının da Sami Efendi, daha sonra Musa Efendi ondan sonra da Osman Efendi ile olduğunu görmekteyiz. İstikametli bir yol takib ettiklerini görmekteyiz. İnşallah füyuzatları müzdad olur.

İnkişaf: Mahmud Sami Efendi ile alakalı hatıralarınızı da İnkişaf okurlarıyla paylaşır mısınız?

Sami Efendi Merhum Kayınpederim Ali Yekda Efendiyle Kelami dergahında buluşmuşlar. Kayınpederim daha önce oradayken Sami Efendi, o zamanki eski usulde Darülfünun'un Hukuk Mektebini bitirdikten sonra oraya gelmiş ve bir müddet orada kalmıştır. Bu sebepten kayınpederimle aralarında çok derin ve samimi bir meveddet (sevgi) vardı; Hayatları boyunca bu meveddet devam etmiştir. Sami Efendi, bizim evimize zaman zaman gelirdi. Hatta geldiği zaman arkadaşlarını Fatih Camiinde bırakır, yalnız başına gelirdi. Zaman zaman cemaatle geldiği de olurdu. Mesela bayramlarda geldiğinde cemaatle gelirdi. Geldiği zaman her ikisi de kanepenin üzerine diz üstü oturur, sessizce, yavaş yavaş, güzel güzel konuşurlardı.

Sami Efendi hazretleri kayınpederimin vefatından sonra da lütfen ve tenezzülen bize ziyarete devam etmişlerdir. Kendileri Medine-i Münevvere'de vefat etmişlerdir. Vefatından bir hafta önce hacc için Mekke'ye gitmeden biz kendisini ziyarete gitmiştik, hatta elimi iki elinin arasına almış ve çok güzel sözler söylemişti. Allah o zat-ı muhteremle cennette buluştursun derim.

İnkişaf: Mehmet Zahid Kotku Hazretleri ile alakalı neler söyleyeceksiniz?

Hepsinin de ayrı ayrı meziyetleri vardı. Zahid Kotku Merhumun da bize bu yolu sevdirecek iltifatları olduğunu biliyoruz. Bizdeki meziyetten değil de, onlar bizi bu iyi yollara sevketmek için çok güzel taltiflerini, bu yola teşviklerini, tergiblerini gördük, hepsinden Allah razı olsun derim. Bunlar sözlerle bitecek hususlar değildir.

Ali Haydar Efendi’nin Eseri

Malum Ali Haydar Efendi'den başlayıp buralara geldik. Ali Haydar Efendi hocamıza yaşadığı devrin meşayıhı çok hürmet gösterirdi. Sami Efendi defalarca ziyaretine gelir, saygıda kusur etmezdi. O da Sami Efendi’yi çok severdi. Hatta benim namazımı o kıldıracak diye çok ısrarla vasiyet etmişti öyle de oldu. Cenaze namazını Sami Efendi kıldırdı.

Abdülhakim Efendi, Ali Haydar Efendiyi ziyaret ederdi, Seyyid Şefik Efendi de ziyaret ederdi. Onlar birbirlerini, gerek Sami Efendi, gerek Mehmet Zahid Efendi, gerekse Seyyid Şefik Efendi birbirlerini, özellikle Ali Haydar Efendi’yi yaşı itibariyle, kemali itibariyle, fekahati itibariyle ziyaret ederlerdi. Bir de şunu söyleyelim ki fakihlikle sufiyyeyi bir arada cem eden Ali Haydar Efendi Hocamız bu yönüyle işin hatimesidir diyebiliriz, çünkü o bu iki vasfı da cemetmişti. Bu zatların her birinin üstün meziyetleri müsellemdir, fakat ondaki hususiyet bambaşkadır. Çünkü fekahat ilmi sahada en yüksek makamdır ki Ali Haydar Efendi o makamdaydı. Bugünkü insanlar iki kitap yazdı mı, yazmadı mı onu düşünüyorlar halbuki bir çok ulemamız da asar (eserler) bırakmamıştır. Onun eseri olarak sözlerinin tahakkuk ettiğini görüyoruz. O ilme teşvik ederdi, onun devamı olan İsmail Ağa Cemaati’nin de ilme temessük ettiklerini, ibadet ve taatlerine, istikametlerine ehemmiyetli bir şekilde ısrarla devam ettiklerini, seyr-u süluklerini devam ettirdiklerini görüyoruz. Bu, onun için hem en büyük eserdir, hem de en büyük keramettir. Bir kişilik yemeği on kişinin yemesi bir kerametse de tek keramet bunlar değildir. Asıl insanları irşad edip hak yolda bir istikamet vermektir. Bu, Allah'ın ona olan ikramıdır. Yani Allah'ın ikramı olaraktan onun sözleri havada kalmamıştır. Öyle olmasa ne o zaman ne de şimdi İsmail Ağa civarında bu kadar cemaat göremezdik.
47 senesinde ilk hacca gidenlerdendir Ali Haydar Efendi Hocamız. Hacdan geldikten birkaç gün sonra hocamızı emniyete götürdüler, sabaha kadar hesaba çektiler; “Niye insanlar senin etrafına geliyor, toplanıyor” diye... O zaman bu da hesap mevzuu olmuştu. Neler geçirdi, ne haddelerden geçti bu yolun insanları…. Çook gönülleri kırıldı çoook… Çook rencide edildiler çook.

Osmanlı Uleması

İnkişaf: Hocam Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye Medreseleri’nden, oralarda ki alimlerin ilmi yeterliliklerinden bahsedersek neler söylersiniz? Onları, günümüz ilahiyatları ile kıyaslayabilirmiyiz? Malum-u alileriniz Mustafa Sabri Efendi “Mevkifu’l-Akl”in mukaddimesinde, Fatih’in Alimlerinin Ezher’in ulemasından çok daha üstün olduklarını belirtir. Bir devlet son anlarını yaşarken İslami ilimlerde bu derece başarılı ise bunun öncesi nasıldır? İlimde bu derece bir ihtişama nasıl ulaşmışlardı?
Bizim yetiştiğimiz alimleri, bugünkü gibi hatırlıyorum, onları temsil edecek hiçbir vasıf gösteremem. Sadece kendi şehadetimi söylüyorum ki, o medrese tedrisindeki kuvvet-i ilmiyeyi maalesef gösterememiştir bugünkü modern tedris. Bazı filizler görüyoruz, onların da zamanla birer çınar olmalarını arzu ederiz, temenni ederiz. Fakat bizim gördüğümüz, göçüp giden o alimlerin yerleri boştur. Yeni neslimiz darılmasın ama eslafımızda görülen kudret-i ilmiye bugünkülerde henüz görülmekte değildir.

İlmin iki ciheti vardır, birincisi kesb ile olur ki, bununla belli bir hadde kadar varılır, ikincisi ise kesbi ilimde gösterilen ihlasın semeresi olarak Allahü Teala talibi ilme vehbi bir ilim nasib eder ki bu ikisini de cem etme şerefi her zaman herkese müyesser olmaz. Nasib etmesini Cenab-ı haktan niyaz ederiz. Çünkü bu memleket hakikaten fakihten mahrum, insan bila tereddüt (tereddüt etmeden) sözüyle amel edecek fakih bulmakta çok müşkilat çekiyor. Hele eskisi gibi İslami bir tatbikat olsa, İslam hukuku tatbik ediliyor olsa eski kadıları bulacak imkanımız var mı? Bunlar birer yürek yarasıdır ama ümitsiz de olmayacağız. Bekir Haki Efendi; "Ümidimizi kesmeyelim, bu millet velüddür, velüddür kardeş" cümlesini söylerdi hep. İnşallah Rabbimin inayetiyle bu milletin bu gün yetişmekte olan gençleri, ulemamızın yerini doldurmaya muvaffak olurlar. Şahsen ben kendi çocuklarıma dua ettiğim gibi bu memleketteki ulum-ü şeriyye tahsiline çıkmış insanların muvaffak olması için canı gönülden dua ediyorum. Allahım kabul eylesin, hatta Arafat'ta bile buna dua etmişimdir: "Ya Rabbi memleketimizdeki ulum-ü şeriyye taliplerinin her birisini razı olacağın şekilde ilim tahsil etmeye, tedris etmeye ve neşretmeye muvaffak kıl" diye. Hep duamız budur.

İnkişaf: Hocam İsterseniz birazda Osmanlı’da ki devlet adamı, ulema münasebeti hakkında konuşalım. Mesela Molla Gürani’nin, İbn Kemal’in zaman zaman Fatih ve Yavuz’a muhalefet ettikleri biliniyor. Bundan hareketle İlim adamları siyasi irade karşısında mutlak bir hürriyete sahiptiler diyebilir miyiz?

Elbette, elbette sultanların nezdinde ulemanın yeri o kadar mümtazdır ki ulemanın sözü önüne hiçbir zaman geçilmezdi. Onlar, ulemanın kadr-ü kıymetini bilirlerdi. Yavuz Sultan Selim ki sözünü ikiletmeyen birisi, iktidar yıllarında 120 kişinin idamına hükmetmişti. -Zannederim “Şekaiku'n-Numaniyye”de geçiyor bu hadise- Bunu, Şeyhulislam İbn Kemal duyar duymaz Sultan’ın kapısını çalıyor ve “Sultanım böyle bir karar vermişsiniz” diyor. Yavuz, "Bunlar idari işlerdir, sizi alakadar etmez hazret" deyince İbn Kemal, "Zaten beni onlar alakadar etmiyor, beni sultanımın ahiret alemindeki durumu alakadar ediyor, ben ahiretin için geldim" deyince bu söz derhal Onun önüne geçiyor.

Yine Muhammed Zahid Efendi'nin bir münasebetle yazdığı gibi, Sultan Abdülhamid zamanında bir kitabın toplatılmasına karar verilmiş, derhal Fatih’in iki tane hoca efendisi -ki birisi Tikveşli Yusuf Efendi, diğeri de Ahmed Ferhadı Rizevi, bu yaşlı ulema- Sultan’ın yanına gidip “Efendim! Kitap halkın elinde yayılmış, bunu nasıl toplatırsınız” deyip, bunu güzelce izah edince Sultan Abdülhamid onların bu itirazını derhal itibara almış ve o emri ref (yürürlükten kaldırıyor) etmiştir. Böyle bir kararın çıkmasına sebep olanları da nefy etmiştir (sürüyor).

Sultan Abdülhamid ulemaya son derece ihtiram etmiş, onların sözlerine kıymet vermiştir. Hatta şunu da söyleyeyim ki, bu da Bekir Haki Efendi'nin sözüdür; "Yemin edebilirim ki, Hulefayi raşidinden sonra bu “makam-ı hilafet”te Osmanlı hulefası kadar Rasulullah Efendimiz’in makamını temsil eden olmamıştır, hatta buna Abbasi halifeleri de dahildir. Zira İmam Ahmed b. Hanbel bizim halifelerimiz zamanında yaşasaydı dayak mı yerdi, İmam Azam olsaydı hapse mi atılırdı, onlar o alimlerin kıymetini bilmezler miydi? Abbasiler onların kıymetini bilemediler benim sultanlarımsa ulemaya azami derecede ihtiram ettiler."

Sultan Abdulhamid

İnkişaf: Söz Abdulhamid’e gelmişken, malumu aliniz Hazret, ümmetin irfanını yüceltme adına etraflı çalışmalar yaptı. Bu çerçevede okullar açtı, bazı İslam Klasiklerini tercüme ettirdi… Bu çalışmalar beklenen neticeyi vermiş midir?

Elbetteki onun bıraktığı miras, o büyük harp olup ta o büyük tahribat meydana gelmeseydi nasıl netice vermezdi? Bu büyük harp ve büyük tahribatın olması Devlet-i Aliyyey-i Osmaniyye’nin perişan edilmesi, onun hazırladığı temelleri altüst etmiştir. O çalışmalar tam semerelerini vereceği zamanda bunlar olmasaydı bu gün dünyadaki inkişaflar elbetteki bizde herkesten evvel ortaya çıkardı, zira çok kuvvetli eserler ortaya koymuştur, bunu çok defa ehlinden dinledik.

İnkişaf: Sultan Abdulhamid’in Ehl-i Sünnet akidesine sahip bazı alimler tarafından tenkit edilmesini neye bağlıyorsunuz?

Mahza gaflete.

İnkişaf: İttihatçıların lokallerinde Mustafa Sabri Efendi gibi Allamelerin konuşmalarını, onlar lehinde propaganda yapmalarını nasıl değerlendirmeliyiz? Aldatılmışlar mıdır?

Efendim Mustafa Sabri Efendi, çok kısa bir devre o da gençliğin saikasıyla hürriyet, özellikle yazı yazma hürriyeti sevdasına heves ettiyse de çok kısa zaman sonra işi fark edip ittihatçılardan uzaklaşmış, uzaklaşmakla da kalmayıp onlara muhalif olarak Hürriyet ve İtilaf fırkası diye bir parti de kurmuştur ki ömrü boyunca ittihatçılara karşı mücadele etmiştir.

İnkişaf: Cemaleddin Efgani’nin İstanbul macerası ve Sultan Abdulhamid’in onu göz hapsinde saklaması hakkında neler söyleyeceksiniz?

Bu zat İslam aleminin bir fitnesidir. Mısır’da Onun hakkında söylenenlerin ülkemizdeki ilim erbabı tarafından dinlenmesini isterdim. Onun hakkında Mısır'da çok şeyler söylenmiştir. Yakın zamanlarda Muhammed Kutup’tan işittim, dinler arası diyalog hakkında dermiş ki: "Üç tane din ‘ihvetün eşikka’ yani öz kardeştirler, birbirinden istifade etmelidirler." İşte bu fikirleri dile getiren kişilerden biridir. Çok zeki bir insan olduğu muhakkak ama zekasını şeytani işlerde kullanmıştır. Onun üzerine çok şeyler yazıldı, çizildi, çok şeyler söylendi, hatta "Cemaleddin Efgani fi Mizani’l-İslam" isminde bir doktora tezi hazırlandı ve neşredildi.

İnkişaf: Müsteşriklerin ulemayı etkileme noktasında Mısır’dakine benzer bir başarıyı İstanbul’da gösterememelerinin sebebi ne olabilir?

İslam düşmanları her memlekete ayrı bir plan tatbik etmişlerdir. Mısır’da ilmi cihete çok ehemmiyet vermişler, burada ise idari, nizami işleri karmakarış etmeye özen göstermişlerdir. İslam düşmanları hilelerini çeşitli yerlerde çeşitli renklerde tatbik etmişlerdir.

Muhammed Zahid Kevseri

İnkişaf: Son devir Osmanlı alimlerinden Zahid Kevseri, İslam Aleminde yeterince tanınıyor mu?

Şunu bilesiniz ki, bugün İslam aleminde bizim son devir ulemamızdan en çok tanınan Zahidü'l-Kevseri ile Mustafa Sabri Efendi'dir. Zahid Efendi hocamız sebebiyle beni arayan insanları bir saymaya kalksam hayret edersiniz. Bu yakınlarda Riyad'dan kaç tane telefon geldi, Sana'dan telefon geldi, Mısır'dan, Suriye'den Cidde'den; hep bunlar Zahid Efendi'nin talebesi olmamız münasebetiyle onun hakkında bilgi almak istiyorlar. Ulum-ü Nakliye hususunda eserler bıraktığı için onu ve eserlerini tanımak murad ediyorlar. Daha geçen hafta Zahid Efendi aşıklarından İyad Ahmed Kuş isminde bir zat geldi ve bir hafta kaldı. Zahid Efendi hocamız öyle feyyaz bir allame idi.

İnkişaf: Zahid Kevseri’nin Te’nibu’l–Hatib’i, İhkaku’l-Hakk’ı, Fıkh-u Ehli’l-Irak’ı ve Hanefi imamlarıyla alakalı biyografi kitapları selefilerin iddia ettiği gibi mutaassıp bir Hanefi olmasına mı, yoksa Ehl-i Sünnet’in büyüklerine yapılan tahkir ve tezyife kayıtsız kalamayıp İhkak-ı hak talebinde bulunmasına mı hamledilmelidir?
Efendim o mutaassıp mıdır, değimlidir? Bu hususun anlaşılması için Onun vefatından sonra Muhammed Ebu Zehre'nin “makalatül-kevseri”nin başında, hakkında yazdığı uzunca mukaddime okunmalıdır. Ebu Zehre yazısında yirmiden fazla yerde “el-İmam” tabirini kullanmaktadır. Yine meşhur alimlerden Yusuf Musa “Tarihu'l-Fıkhi'l-İslami” adlı eserinde Zahid Efendi'den bahsederken taassup ne demektir açıklar. Taassup kelimesinin onun için kullanılması hiçbir surette mümkün değildir.

Devlet-i Osmaniyye'nin yıkılmasından sonra herkes ağzına geleni söylüyor: “Osmanlı devletinin yıkılmasının sebeplerinin başında onların Hanefi mezhebine olan sımsıkı bağlılıkları gelmektedir.” diyenler var. Zahid Efendi, bu nevi yayınların yapıldığı bir devirde Hanefi Mezhebi’nin müdafaasını yapmış, bu konuda her şeyi yerli yerince söylemiş, çok mühim bir vazife ifa etmiştir. Zahid Efendi o sözleri söylemeseydi, malum herifleri susturmasaydı belki daha çok sözler söyleyeceklerdi. O bu konuda aksi söz söyleyen Mısır ulemasını da susturmuştur.

Eşhedü billah bugünkü gibi hatırlarım – hepsi de mezara gitmişlerdir- eş-Şeyh Muhammed Abdülvehhab Buhayri Hocamızın meclisinde/evindeyiz, hocalardan bir tanesi, “hayır cemiyetlerine verilen zekat yerine ulaşmıştır, pekala verilebilir” diye bir makale yazmış, bu makale okundu, hocamız kütüphanesindeki “Makalatü'l-Kevseri”yi işaret etti, getir dedi getirdim. Orada “Fi Sebilillah” mevzuunda bir makale var, onu açtı okuttu, arkadaşlar makaleyi okuduktan sonra hocamız dedi ki, “bakınız şu makale ancak otuz tane meracii (kaynağı) hakkıyla mütalaa edip, onların hulasasını meydana getirmek suretiyle hazırlanabilir. Bu makaleyi yazabilecek ikinci bir kişi şu diyarda yoktur.” Ve şunu ilave etti – Eşhedü billah bu tabir Abdülvehhab Buhayri hocamıza aittir- “dört yüz senedir yakın tarihimizde böyle muhakkik bir alim görmüyoruz.” Zahid Efendi'yi vefatından sonra ehl-i ilim olan zatlar böyle anlatıyor, onların sözleri kafidir.

“Cebr” Meselesi

İnkişaf: Mustafa Sabri Efendi ile münasebetinden bahseder misiniz, mesela “Nazretun abire” adlı eserinde yer yer Ona iltifat eder. Fakat bir de hadisenin “cebr” boyutu var. Bu hususu istismar edenler, Onları iki hasım gibi göstermek istemektedirler. Aralarında ki münasebet hakkında neler söyleyeceksiniz?

Son hayatlarında arkadaşlar içinde onların arasında en fazla dolaşanlardan birisiyim –elhamdülillah-. O zaman Zahid Efendi “el-İstibsar” mevzuunu yazmıştı. Eserinde Mustafa Sabri Efendi'yi hem medhü sena etti, hem de cebir mevzuunda onunla münakaşa etti. Din meselelerinde ahbablık olmaz. “Hakikat olduğu gibi anlatılır.” diye bir tabir vardır. Bu meseleler bu şekilde yazılmıştır.

O günlerdeydi ki Mustafa Sabri Efendi'nin ailesi vefat etmişti. Rahmetli Ders vekili Ahmed Asım Efendi'nin kerimesiydi. İskenderiye'de defnedildi. Mustafa Sabri Efendi torunlarının ve gelininin hizmetine kalmıştı. Osmanlı hanedanından Sultan Abdülaziz Hanın torunu Şehzade Şevket Efendi vardı. Şevket Efendi Onu alır götürür, evladıyla beraber haftalarca evinde bakarlardı, hatta -ben görmedim ama- Ali Yakup Efendi anlatmıştı, Şevket Efendi'nin çocuklarının Mustafa Sabri Efendi'nin el ve ayak tırnaklarını kestiğini gördüm demişti, öyle hizmet ederlerdi, Onu çok severlerdi. Zaten nur parçası gibi bir kimseydi sevilmeyecek bir insan değildi, çok hoş güzel bir insandı.

O günlerdeydi ben Mustafa Sabri Efendi'yi ziyaret için Şehzade Şevket Efendi'nin evine gittim. Oturduk şuradan buradan konuştuk. Beni görünce sözler Tokat’a, Erbaa’ya, Niksar'a intikal ederdi. Bu minval üzere memleket konuşmaları yaptık, ondan sonra dedi ki: “Zahid Efendi'yi görüyor musun”, dedim ki “Cuma günleri saat 9'da görüşüyoruz. O vakit benim mevidimdir (Onunla buluşma saatim).” O gün günlerden Çarşambaydı. Bana, “yarın git Ona söyle ki ben torunum Muvahhid ile beraber – ki torunu Mimarizade Muhammed Ali'nin oğludur- arabayla kapısının önüne kadar geleceğim fakat merdiven çıkamadığımdan evine giremem.” -Çünkü o esnada seksen sekiz yaşında idi.- “Zahid Efendi teşrif etsin aşağıya da, Nil kenarına bir yere gidelim, konuşalım, muhabbet edelim istiyorum, sen git söyle” dedi. Hemen gittim söyledim, Zahid Efendi de memnuniyetle karşıladı. Ben de buna vesile oldum.

İşte (ihtilafa sebep olan) o kitaplar çıktıktan, konuşulanlar konuşulduktan sonra hepsinden sonra ben böyle bir şeye şahidim. Allah için bunu söylüyorum. Ondan sonra Zahid Efendi de çok yaşamadı, zaten Zahid Efendi, Mustafa Sabri Efendi’den önce vefat etti. Bu hadise böyle iken onlara kavga yaptırmanın manası nedir Allah aşkına? Günahtır.

İnkişaf: İsterseniz biraz da Sabri Efendi ve Zahid Kevseri’nin Mısır’daki ders halkalarından konuşalım, Onların derslerine kimler iştirak ederdi?

Biz her ikisinin de ahir ömürlerine eriştik. Onlar tedris için Ezher kürsüsüne çıkmadılar. (Çeşitli nedenlerden dolayı Ezher’de ders okutmayı uygun görmediler.) Onların meclisleri tam bir ilim halkası idi. O meclislere gidenler onların ağzından çıkanları kati bir huccet sayarlar, kemal-i ihtiram ile derslerini dinlerlerdi. Zahid Efendi bana Cuma günleri vakit ayırmıştı, saat 9'dan Cuma namazına yakın bir vakte kadar muhtelif kitaplardan okurduk.

İnkişaf: Sabri Efendi ve Zahid Kevseri’nin Ali Haydar Efendi ile ne derece bir dostlukları vardı?

Burada iken bir araya geldiklerini bilmiyorum ama Mısır’dan döndüğümde Ali Haydar Efendi, Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Efendi'den çok sorardı, onların halini öğrenmek isterdi.

İnkişaf: Cemaleddin Efgani-Muhammed Abduh ve Reşid Rıza çizgisini etkisiz hale getiren ve Ehl-i Sünnet ulemasının önünü açan ikili Zahid Efendi ile Mustafa Sabri Efendi’lerdir dersek mübalağa olur mu?

Haşa, elbetteki olmaz. Şunu da işittik; Mustafa Sabri Efendi o kimselerden bahsederken dedi ki: "Ben Türkiye’deyken bunları takdir ediyordum fakat buraya geldikten sonra Allah bir şerh-i sadr ihsan etti. Bu şerh-i sadr sayesinde çok ince şeylere muttali oldum. Allah'a hamdüsenalar olsun.” Bu konu daha uzun konuşulacak bir mevzudur ama ben buna girmek istemiyorum. Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Efendi'nin onlar hakkında yazdıkları başkalarınınkilerden çok daha mühimdir. Bu konuda yazan başkaları da var, İskenderiye Üniversitesi hocalarından Muhammed Huseyn başta olmak üzere daha bir çok kimsenin onlar aleyhinde yazdıkları var ama Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Efendi'nin yazdıkları hepsinin üstündedir. Onlar işi daha ince, daha mühim noktalardan yakalamışlardır.

Son anlarını bilemiyoruz ama bu kişiler insanlara yazdıklarıyla çok yanlış şeyler bırakmışlardır, mesela Muhammed Abduh'a kadar nasslar üzerinde çok uzak teviller hiç kimse tarafından yapılmamıştır. O öyle bazı teviller yapmıştır ki onların hiç kimse tarafından kabul edilebilecek tarafı yoktur. Şunu söyleyelim ki Kudret-i ilmiyesi ve kalemiyyesi vardır fakat bunları çok yanlış şekilde kullanmıştır. Oradakileri bir kenara bırakalım bizim buradaki müfessirlerden Hamdi Efendi'nin Fil suresi tefsirinde Muhammed Abduh'u yerden yere çaldığını görmüyor muyuz?

İnkişaf: Hocam ilim-irfan dolu bir konuşma oldu, bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Mülakat: Tevfik İŞCAN


Konular