Zehirli | Konular | Kitaplar

tasavvuf büyükleri

Tasavvuf İslamı Fıkh İslamı

İslâm'ın, insanların telakki tarzlarına bağlı olarak farklı şekillerde tezahür ettiğini ve bu farklı görünümlerin hepsinin de İslâm'dan onay aldığını söyleyebilmek için islamî disiplinlerden referans aramak, ya bilgisizlikten ya da kötü niyetten kaynaklanan bir tarz-ı harekettir!

Her ne kadar tarihsel ve aktüel vakıalara bakarak bu tarz-ı harekete dayanak arama ameliyesini meşru gösterme eğilimleri var ise de, bizzat İslâm'ın sabitelerinin buna ne kadar müsamaha ettiğini irdelemekle bu meselenin can alıcı noktası gündeme getirilmiş olacaktır.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, İslâm'ın Tasavvuf penceresinden farklı, Fıkıh penceresinden farklı göründüğü tezinin makbul addedilebilmesinin önündeki en büyük engel, bizzat bu ekollerin tarihe mal olmuş simalarının ve önde gelen temsilcilerinin duruşlarıdır.

O büyük şahsiyetlerin hepsi, Kur'an ve Sünnet'in emirleri/yasakları hayata geçirilmeden Mü'min olunamayacağı noktasının altını çizmekte müttefiktirler.

Her hangi bir Sufî "Tabakât" kitabının taranmasıyla bu söylediğimiz hususun gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiği anlaşılabilir.

Burada özellikle Tasavvuf büyüklerinin bu konudaki sözlerinin hatırlanmasında büyük fayda mülahaza ediyoruz.

AKLI KARIŞIKLAR İÇİN TASAVVUF MÜDÂFÂSI -I-

Giriş; bu makaleyi niçin yazdık?

İslam Alemi, Osmanlı’nın imzaladığı Karlofça antlaşmasından itibaren siyasi bir gerileme süreci yaşamaktadır. Bu süreçte, Müslümanlar muhtelif fikir çatışmaları yaşadılar. Ancak su götürmez bir gerçek olarak söylemek gerekir ki üç asırlık dönemde, mutasavvıflar kadar acımasız, sert ve insafsız tenkide uğrayan bir başka zümre yoktur.

Asr-ı Saadette ve Selef-i Salihin devrinde, İslamî İlimler bugünkü gibi dallara ayrılmamış, sınırları çizilmemişti. Zaten o devirde, ilim tahsili bugünkü gibi de değildi. Selef uleması, ilmi başkaları için değil kendi kemalatları ve yaşantılarını düzeltmek için tahsil ediyorlardı. Ne amelî ne itikadî mezhepler vardı, ne de tarikatlar mevcuttu.

Bu devrede tasavvuf, zühd hayatı olarak algılanmış ve yaşanmış, zaman içinde sistemleşmesini tamamlamış ve bugünlere ulaşmıştır. Bu tarihsel süreç; fıkıh için de, hadis için de böyledir. Zaman içinde fıkıh ilmi nasıl sistemleşip mezhepler zuhur ettiyse, tasavvufun da sistemleşmesiyle tarikatlar meydana gelmiştir

AKLI KARIŞIKLAR İÇİN TASAVVUF MÜDÂFÂSI -IV-

Tasavvuf müessesesi, özellikle son dönemde ülkemizde inanılmaz bir tenkit ve tabiri caiz ise bir tekfir yağmuruna tutuldu. Medyaya da malzeme olan ve köklü tasavvufi kurumların dışladığı kötü malzemeye bakarak, mutasavvıfların tamamını kötü kabul etmek, zandan kaçınmayı emreden Kur’an ile taban tabana terstir. Buna rağmen bu yazımızda, özel bir takım iftira ve iddiaları dile getirmek istiyorum.

Mutasavvıfların Akidesi Ehl-i Sünnet ile Uyuşmaz İddiası

Mutasavvıfların maruz kaldığı iftiralardan en büyüğü olan bu akıl almaz ve mantık kabul etmez iddianın sahipleri, Şah-ı Hazne ve Seyyid Abdulhakîm Hüseyni’nin (kaddesallâhu esrârahum) de yetiştiği Halidî yolunun temel eserlerinden Âdâb-ı Fethullah’a bakmış olsalar, aslında hadiseyi kafalarında çözmüş olacaklardı.

Âdâb isimli eserinde Şeyh Fethullah-ı Verkânisî (ks) Nakşî-Halidî yolundan istifade etmek isteyen kimse için gerekli olan en mühim şartın, itikadını Ehl-i Sünnete göre tanzim etmesi olduğunu bildirmiştir. Yine Mustafa İsmet Efendi’de (ks) Risâle-i Kudsiyye’sinde “Bir Ehl-i Sünnet olmak isterse mensûb” beytiyle, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaât itikadında olmayanlara, tarikat dersi verilmeyeceğini beyan etmiştir.

TASAVVUFTAKİ UYGULAMALARIN KİTAP VE SÜNNETTEKİ DELİLLERİ NELERDİR?

Tasavvufun ısrarla üzerinde durduğu bâtınî amellerle ilgili ayet-i kerime varmıdır, diye bir soru gelebilir akla.

Evet, açıkça bâtınî niyet ve amellere işaret eden ayet-i kerimeler vardır. Bir kaç örnek vermek gerekirse; Allah-u Zülcelâl şöyle buyurmuştur:

"Deki, ancak bizim Rabbimiz bâtınî ve zâhirî olan fevahiş (kötü) davranışları haram kılmıştır." ( Araf/ 33 )

Diğer bir âyet-i kerimede de:

"Zahiri ve bâtınî olan kötülüklere yaklaşmayın" (En'am, 151) buyurmuştur.

Allah-u Zülcelâl nasıl zâhirî azalarımızla yaptığımız kötü hareketleri haram kılmışsa, bâtınî olan; kin tutmak, riya (gösteriş) da bulunmak, hased etmek gibi kötü hareketleri de haram kılmıştır.

İmam-ı Gazâlî

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Muhammed; künyesi, Ebû Hâmid; lakabı Hüccetü'l-İslâm ve Zeynüddîn'dir. Tûsî ve Gazâlî diye de meşhûr olmuştur. 1058 (H.450) senesinde İran'ın Tûs şehrinde doğdu. 1111 (H.505) senesinde Tûs'ta vefât etti. Kabri Taberân denilen yerdedir.

İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin babası fakir ve sâlih bir zâttı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder, hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasîhatını dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim bir evlât vermesini yalvararak isterdi. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl edip, Muhammed ve Ahmed isminde iki oğul ihsân etti. Yün eğirip Tûs şehrindeki dükkanında satan bu sâlih zât, vefâtının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazâlî'yi ve diğer oğlu Ahmed Gazâlî'yi hayır sâhibi ve zamânın sâlihlerinden bir arkadaşına bıraktı. Bir mikdâr mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki: "Ben kendim, âlim olamadım. Bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardımcı olmanızdır. Bıraktığım bütün para ve erzâkı, onların tahsîline sarf edersin!"

İmâm-ı Rabbânî

Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı"Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.

Mevlana Celâleddîn-i Rûmî

Tanınmış büyük evliyâdan. Asıl adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr, Sultân-ül-Âşıkîn, Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi lakapları da vardır. Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) ismiyle meşhûr Muhammed Behâeddîn Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir. 1207 (H.604) senesi Rebîulevvel ayının altıncı günü Horasan'ın Belh şehrinde doğdu. 1273 (H.672) senesi Cemâziyelâhir ayının beşinci günü Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.

Mevlânâ Celâleddîn, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Âlim ve evliyâ bir zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Mânevî olgunluklara kavuştu. Henüz beş yaşında iken kendisinden bir takım hârikulâde ve olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibîn meleklerini görür, evliyânın ruhlarıyla konuşurdu.

TASAVVUFUN ÇIKIŞI

Sual: Vehhabiler ve bunlara aldanan bazı bid’at ehli, evliyanın yolunu yani tasavvufu, tarikatı kastederek, bunların sonradan çıktığını, bid'at olduğunu söylüyorlar. Tasavvufun dinimizdeki yeri nedir?

CEVAP
Bu hususta Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:

Zahirdeki kemalatın ve manevi makamların hepsi Resulullah efendimizden gelir. Zahirdeki kemalata, yükselmeye sebep olan emirlerini, yasaklarını bizlere din âlimleri bildirdi. Kalbin, ruhun temizlenmesine yarayan gizli bilgileri ve kalb işlerini tasavvuf büyükleri bize ulaştırdı. Kalbe ve bedene yarayan bilgilerimizin hepsi Resulullahtan gelir.

Hz. Ömer vefat edince, oğlu Hz. Abdullah, “İlmin onda dokuzu gitti” buyurdu. Bazılarının bu söze şaştığını görünce; “Dediğim ilim, herkesin bildiği abdest ve gusül gibi bilgiler değil, Allahü teâlâyı tanıtan bilgilerdir” buyurdu.

Tasavvuf, Resulullahın yolunu gösterir. Tasavvuf büyükleri, kendi hocaları vasıtası ile Resulullaha bağlanmıştır. O büyüklerin çalışma usulleri, sonradan uydurulmuş şeyler değildir.

İstanbul evliyaları demek

Tasavvuf düşmanı iki Abduhcu yazar, “İstanbul evliyaları demek yanlıştır. Evliya, velinin çoğuludur. Çoğulun çoğulu olmaz” diyorlar. Türkçe’ye yerleşmiş olan böyle kelimeleri Türklerin kullandığı gibi kullanmakta mahzur var mıdır?

CEVAP

Abduhcu yazarların, Ehl-i sünnet kitaplarına çamur atabilmek için başka bir hata bulamayıp, “Çoğulun çoğulu olmaz” demeleri iki yönden yanlıştır:

1- Arapça’daki birçok çoğul kelime, Türkçe’ye tekil olarak geçmiştir. Arapça’da galat olsa da Türkçe’de olmaz. Aşağıdaki siyah harfli kelimeler, Arapça’da çoğul olduğu halde, Türkçe’de tekil olarak kullanılır.

İlham dinde senet değildir

Evliyadan Şafii bir zat, (Dişleri kaplama lehinde, âlimler fetva vermeye cesaret edemiyor. Halbuki bu diş meselesi umum-i belva halini almış, her tarafa yayılmış ki, kaldırılması kabil değil. Ümmeti bu büyük beladan kurtarmak çaresini düşündüm; birden kalbime bu ilham geldi. Haddim ve hakkım değil ki, ehl-i ictihadın vazifesine karışayım. Ama, bu umumi belva zaruretine karşı, fetvalara taraftar olmadığım halde diyorum ki: Eğer Müslüman bir diş hekimi kaplamaya ihtiyaç var derse, kaplama gusle mani değildir) diyor. Bu Şafii evliyanın ilhamı senet olmaz mı?

CEVAP

Salih alimler tevazu sahibi idi

Salih âlim demek, kibirden uzak, ilim, ihlas ve tevazu sahibi insan demektir. İmam-ı Gazali hazretleri, her salih âlim gibi, tevazu sahibi idi. Hadiste birikiminin az olduğunu bildirmiş. Bunun yüzünden, (O hadis ilminde zayıftı, sahih ile uydurma hadisi birbirinden ayıramazdı. Onun eserlerine güvenilmez. Çünkü eserlerini bu uydurma hadisler üzerine bina etmiştir) demek caiz olmaz. Salih âlim, bid’at ehli gibi kibirli değildi. Herbiri bir tevazu abidesi idi. Mesela ikinci binin müceddidi İmam-ı Rabbani hazretleri birçok mektubunda, kendisini en aşağı köle, fakir, âciz birisi olarak bildirir. Hocasına bir mektubunda diyor ki: (Bu köleniz gaflet uykusuna dalmıştır, yüzü siyahtır, kusurları çoktur, huysuzdur.) [m.9]

Tehvid-i Şühud ve Tehvid-i Vücud

KIRKÜÇÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîd-i Buharî (rahmetullahi aleyh) hazretlerine yazılmışdır.

Tevhîd-i şühûdî ve tevhîd-i vücûdî bildirilmekde, ayn-ül-yakîn ve hakk-ul-yakîn anlatılmakdadır.

Allahü teâlâ, size selâmet versin! Her kusûrdan, sıkıntıdan korusun! Âmîn.

Bu yüksek insanların (rahmetullahi aleyhim) tesavvuf yolculuğunda, önlerine çıkan tevhîd iki türlüdür: Tevhîd-i şühûdî, Tevhîd-i vücûdî.

Tevhîd-i şühûdî bir olarak görmekdir. yani sâlik, herşeyi yapanı bir görür. Ayrı ayrı şeyler görülmez.

Tevhîd-i vücûdî, var olanı, bir bilmekdir. Ondan başka herşeyi yok bilmekdir. Yok olmakla berâber, O bir mevcûdun aynaları sanmakdır.

İSLÂMİYETİ DOĞRU ÖĞRENMENİN YOLU

Türk milleti, yeni ihtida etmiş bir millet değildir. O en az bin yıldan beri İslâm ile müşerref olmuştur. İslâmiyeti en doğru tarzda anlayan, yaşayan ve söz sahibi olan bir millettir. Bağrından İmâm-ı Azamları, İmâm-ı Mâtûridileri, İmâm-ı Gazâli’leri, İmâm-ı Birgivileri, İbni Kemâl’leri, Mollla Fenari’leri Ebu suud Efendiler gibi daha nice din âlimlerini Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, Hacı Bayram-ı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli Yunus Emre gibi nice tasavvuf büyüklerini yetiştiren Türk milleti büyük ve tarihi bir kitaplığa ve «bid’âtsız» bir din kültürüne sahiptir. İslâm dünyasının bütün kaynakları en sağlam belgeleri ile elimizdedir.