Zehirli | Konular | Kitaplar

SAHTE PEYGAMBER 'AHMED KADİYANİ'

Takdim

Hemen her devirde; Peygamber Efendimizin sahih hadislerinde haber verdiği ‘mehdiyet’ kavramını suistimal edenler olmuştur. Hak adına hakkın ihlal edildiği bu mesele, günümüzde de bazı tezahürleri ile karşımıza çıkmaktadır.

Öyle ki; mevzu da, mevzunun kahramanları da, insanları saptırmak için kullandıkları yol ve yöntemler de hep aynı ve bütün sahtelikleri ile asrın serencamında işin içyüzünü bilenlere bütün açıklığı ile sırıtmaya devam etmektedir.

Bu zevatın mehdiyetlerini ilan etmekle kalmayıp, yer yer bulunduklarını iddia ettikleri makam adına; dinin hükümlerini gevşeterek uydurdukları hezeyanlarla, cahil insanımızı bozdukları da görülmektedir.

İşte halkı aldatarak, kendileriyle birlikte dalalete sürükleyen tüm bu şarlatanları, tarihin kirli yapraklarından arayıp bulduğumuz Ahmed Kadiyani’nin şahsında inceleyeceğiz. Zaman zaman duyduğumuz diğerlerine, Gulam Ahmed, sadece bir örnek.

***

Kadiyanîlik, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî tarafından kuruldu. Mirza Gulam Ahmed, 1840 yılında Pencâb eyaletine bağlı Kadiyan'da doğdu. 6 yaşında tahsil hayatına başlayan Gulam Ahmed, 18 yaşlarına kadar Kur'an-ı Kerim, Farsça, Arapça mantık ve felsefe dersleri aldı. Babasından da hekimlik mesleğine ait bazı bilgiler öğrendi.


Gulam Ahmed, 1864'den 1868'e kadar Sialkot'ta, Bölge Mahkemesinde bir memur olarak çalıştı. Bu zaman içerisinde misyonerlerden Hıristiyanlık hakkında geniş bilgi aldı. Hindûlarla tartışmalara girişti. İskoç papazı olan Butler ile samimî bir dost oldu. Onunla uzun görüşmelerde bulundu.

Bundan sonra, işlerinde kendisine yardımcı olması için babası onu yanına çağırdı. Ancak beceriksizliği sebebiyle "bir kenara itilen ve kendi haline terkedilen" bir durumda kaldı.

Kendisi bunu şöyle ifade eder: "Babam bana olan ümitlerinin üstüne bir çizgi çizdi ve beni, ekmeğini yiyen ve fakat kendisi için bir şeyler yapmayan bir misafirden birazcık daha ileri gördü."

Gulam Ahmed bundan sonra inzivaya çekildi. Bu arada Kur'an, tefsir, hadis sahasında çalışmalar yaptı, diğer dinler hakkında bilgi topladı.

Bu inziva hayatı, Gulam'ın küçük yaştan beri gördüğü rüyalar ve garip davranışlara yeni bir şeyler daha eklenmesine sebep oldu. Bu arada onun aşırı derecede unutkan ve dalgın olduğu göze çarpıyordu. Ayrıca pek çok hastalık sahibiydi. Kendisi bu hastalıklarını şöyle ifade eder: "Ben, müzmin hasta bir insanım. Baş ağrısı ve baş dönmesi, uykusuzluk ve kalp çarpıntısı ve vücudumun alt kısmının uzayıp giden hastalığı hep şekerdendir. Çoğunlukla gece ve gündüz yüz defadan çok idrara çıkarım."

1876 yılında babasının ölmesi üzerine, Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devre açıldı. Babasının ölümüyle, kendi anlayış ve ifadesine göre "dünya adamı olmadığı için" ailenin geçim ve idaresini nasıl çözümleyeceği korkusunu yaşarken, gaybdan duyduğunu söylediği bir ses kendisine, "eleysallahu bi-kafin 'abdehu” (Allah kuluna yetmez mi?) diye seslendi.

Bundan sonra, babasının işlerini kardeşine bırakarak inzivaya devam etti. Bu dönemde Farsça, Arapça ve Urduca dillerde yazma alışkanlığını kazanmak için bazı denemelerde bulundu. 1877-1878 yıllarında gazetelerde Hindûlara ve Hıristiyanlara karşı makaleler yazdı. Hindu ve Hıristiyanların, Müslümanları yaylım ateşine tuttuğu bir zamanda, onun İslamiyet’i savunmak için giriştiği bu faaliyet, halkın oldukça ilgisini çekti ve onun kişiliğini ön plana çıkardı.

Hindistan, 19. asrın sonlarında ciddî bir fikrî huzursuzluğa sahne olmuştu. Ortada pek çok görüş dolaşıyordu. Hıristiyan misyonerleri, Hindistan’ı baştan başa sarmıştı. Müslümanları kendi dinlerine çevirebilmek, en azından onları şüpheye düşürmek için oldukça gayret gösteriyorlardı. Bunun için de dinî inanç ve bağlılık dikkate değer bir şekilde zayıflamıştı. Halk bir kurtarıcı bekliyordu.

Gulam, halkın bu beklentisini iyi değerlendirdi. Bir yazısında Hindû ve Hıristiyanlara karşı 50 ciltlik bir reddiye yazacağını ama bastırabilmek için Müslümanların abone olup peşin para vermeleri gerektiğini bildirdi. Halkın çoğu onun bu isteğine uydu. Bundan sonra Gulam Ahmed, 1880'de Barâhin-i Ahmediyye ismini verdiği bu kitabın ilk iki cildi ile yayın hayatına girdi. Onun bu kitabı, Hinduların ve Hıristiyanların basın yayın yoluyla saldırdığı Müslümanlarca takdirle karşılandı.

Bu iki ciltte Gulam Ahmed, İslam'ı diğer dinlere karşı savunmuştu. Bu arada kendisine ilham geldiğini, keramet gösterdiğini de yazmış, kendi şahsiyetini ön plana çıkarmıştı. Müslümanlar onun bu tutumundan şüphe etmediler. Hatta ona destek verdiler. Mesela, Müslümanların ileri gelenlerinden Muhammed Hüseyin Batalavî, kendi dergisi olan ‘İşa'atu's-Sünne’ isimli derginin altı sayısında (Haziran-Kasım 1884) bu kitabın lehinde yazılar yazdı.

1884 yılına kadar, kitabın üçüncü ve dördüncü ciltleri de yayınlandı. Gulam Ahmed, bu ciltlerde vahyin kesilmediğini, kesilmemesi gerektiğini, Peygamberimize (a.s.m.) tam uyan birinin, peygambere verilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını, bu gibi kimselerin sezgiye dayanan bilgilerinin peygamberlerin bilgisini andırdığı gibi, hezeyanlarda bulunuyordu.

Ayrıca bu yolda kendisinin pek çok vahiyler aldığını söylüyordu. Ve İngiliz hükümetine övgüler yağdırarak, cihadın gereksizliği üzerinde duruyordu. Onun bu görüşleri, bu tür bir kültür içerisinde büyüyen Hind Müslümanlarınca fazla yadırganmadı ise de, içlerinden ileri görüşlü olan bazı alimler, bu vahiylerin (!) birer fantazi olduğunu, Gulam Ahmed'in yakında daha ileri iddialarda bulunacağını sezerek ona karşı cephe aldılar.

Müceddidliğini ilan ediyor

Gulam Ahmed, bu kitabında kendisinin bir müceddid olduğu izlenimi vermiş, bu görüşleriyle Müslümanlar tarafından kısmen iyi karşılanmış, hiç değilse aleyhinde bulunulmamıştır. Bundan cesaret alan Gulam Ahmed, 1885'de kendisini açıkça 14. Hicrî yüzyılın müceddidi olarak ilan etti. Buna göre, kendisi 14. Hicrî yüzyılın başında, Allah tarafından dinini yenilemek üzere gönderilmiştir.


Bundan sonra o, diğer dinlere karşı Barâhin’de başlattığı tartışmayı seyahatleriyle sürdürmeye başladı. İlk tartışmada ağırlığını koyarak ve bu tartışmanın sonucunda, Urduca kaleme aldığı Surne-i Çeşm-i Arya (Arya'nın Gözüne Sürme) isimli kitabını yayımladı.

1885-1888 yılları halkın nabzını yoklamak için seyahatle geçti. Bu seyahatlerde durum ümit verici görülmüş olmalı ki, Gulam Ahmed bundan sonra bir adım daha ileri atarak, 1 Aralık 1888'de, seyahat için bulunduğu Ludhiana'da bir bildiri yayınlayarak, Allah'ın kendisine, taraftarlarından bi’at alarak, ayrı bir cemaat oluşturmasını buyurduğunu bildirdi.

Hak ile kandırıyor…

Bi’at şartları on maddede toplanmıştı. Buna göre; Gulam Ahmed'e bi’at eden kimse, şirkten ve her türlü büyük günahtan sakınacak, namazını hatta teheccüt namazını da aksatmadan kılacak, bütün insanlara iyilikle davranacak, her durumda Allah'a bağlı kalıp kendini O’na adayacak, Kur'an'ın yolundan yürüyecek, dine, İslam’a bağlılığı; kendi hayatı ve malından, şerefi, çocukları ve kıymetli bildiği her şeyden çok değer verecek, dini dünyanın üstünde tutacak ve son olarak da kendini Gulam Ahmed'e kopmayacak derecede bağlayacak ve ölünceye kadar ona itaat edecek.

Gulam Ahmed, müceddidliği ile ilgili olarak Ayine isimli eserinin 346; Risale-i Tuhfe-i Bağdat isimli eserinin 11 ve el-Mektub isimli eserinin 6. sayfasında şöyle diyordu:

"Allah beni bu yüzyıl ve bu zaman için imam ve halife kıldı ve beni bu yüzyılın başında insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmam için müceddid olarak gönderdi."

Mesih ve Mehdiliğini ilan ediyor

1857'de Hindistan Müslümanları, İngiliz idaresine karşı Sipahi Ayaklanması ismiyle tarihe geçen bir girişimde bulunmuş, ancak başarılı olamamışlardı. Bu sebeple, İngilizlerin gözü devamlı olarak Müslümanların üzerindeydi.

Bunu, iyi bilen Gulam Ahmed, Barahin-i Ahmediyye'nin ilk cildinin neşrinden itibaren, davranışlarının siyasî bir amacı olmadığını, bütünüyle idareye ve İngiliz hükümetine sadık ve bağlı olduğunu her fırsatta tekrarlamıştı. Bununla ilgili ifadelerinden bazıları şöyleydi: "Kalemimle hükümete hizmet ediyor ve eserlerimde İngiliz hükümetine sadakat ve muhabbeti yazıyorum… Biz kalemimizle bu devletin emrindeyiz; iyiliği için duacıyız, hizmetkarıyız.

Gerçek İslam delililerini, yumuşaklıkla, çeşitli ülke halkına arzetmekle emrolundum; bu yüzden kanatları altında hayatımı sulh ve güven içinde sürdürdüğüm İngiliz hükümetine karşı herhangi bir kötü düşüncem yoktur."

Böylece İngiliz hükümetini emniyete alan Gulam Ahmed, halktan kendi adına bîat almasından bir buçuk yıl sonra, yani 1891'de, hayatının üçüncü dönemine başlar. Buna göre, aldığı vahiyle ona Hz. İsa'nın normal bir şekilde öldüğü, kendisinin Müslümanların beklediği ‘Mesîh’ ve ‘Mehdî’ olduğu bildirilmişti.

O, bu konudaki görüşlerini Urduca olarak peş peşe yayımladığı Feth-i İslam, Tavzîh-i Meram (22 Ocak 1891) ve Hale-i Evham (3 Eylül 1891) isimli eserlerinde açıkladı. Onun bu konudaki görüşleri özetle şöyle idi:

“Hz. İsa çarmıhta ölmemiştir. O, öldü zannedilerek mezara indirildikten sonra, kendine gelmiş, yaralarını Merhem-i İsa denilen bir ilaçla iyileştirdikten sonra, İncil'i yaymak ve özellikle kayıp "On İsrail Koyununu" aramak üzere Keşmir'e seyahat etmiştir. Orada iken 120 yaşlarında ölmüş ve Srinagar'da gömülmüştür. Bu bakımdan ahirzamanda gelmesi beklenen Mesîh, Hz. İsa değil, yaradılış bakımından ona benzeyen ama Muhammed ümmetinden biri olacaktır. Ayrıca Müslümanların beklediği Mehdi ve Mesîh aynı şahıslardır. O da Mirza Gulam Ahmed'dir. O hem Hz. Muhammed (s.a.v.), hem de Hz. İsa'nın (a.s.) ruhunu taşıdığı için barışçıdır.”

“Cihadını kılıçla değil, propaganda ile yapıp İslam'ı yayacaktır. Davasının doğruluğunu ispat için ileri sürdüğü deliller, kendisine indirilen vahiy ve mucizeleri sebebiyle, ona inanmak zorunludur.”

Gulam Ahmed, İtmamu'l-Hucce isimli eserinin 3. sayfasında da Mehdi ve Mesîhliği ile ilgili "vahiy" için şöyle diyordu:

"Rabbim bana bildirdi ve beni bu yüzyılın müceddidi kıldı ve dedi ki: 'Onların bekledikleri Mesîhu'l-Mev'ud ve el-Mehdiy-yu'l-Ma'hud sensin.' Ve yine dedi ki: 'Biz seni Mesih İbni Meryem kıldık.'"

Peygamber olduğunu iddia ediyor

1900 yılı Gulam Ahmed'in hayatında yeni bir devrenin başlangıcı oldu. Gulam Ahmed, 11 Nisan 1900 tarihine rastlayan Kurban Bayramı namazında bir hutbe okudu. Ona göre bu hutbe Allah'ın vahyine dayalı olarak Arap dilinde, irticalen yapılmış ve bir benzerinin yapılması mümkün olmayan bir hutbedir.

Bu hutbeden sonra, 1901 yılında bir Cuma hutbesinde, Abdülkerim Mirza için ‘nebî ve resul’ sıfatlarını kullandı. Bu durum alimlerden Muhammed İhsan Amrohavî tarafından itirazla karşılandı. Bunun üzerine Ahmed Kadiyani, Abdülkerim Mirza'dan, yanılıyorsa kendisini düzeltmesini istedi. Abdülkerim Mirza da kendisiyle aynı görüşte olduğunu söyledi.

Bunun üzerine Abdülkerim ile Muhammed İhsan tartışmaya başladılar. Gulam Ahmed: "Ey insanlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin" (Hucurat: 2) âyetini okuyarak evine çekildi.

1902 yılının Ekim ayında Amritsar'da toplanan konferansta, bu iş için kaleme aldığı Tuhfetu'n Nedve isimli tebliğinde kendisinin Allah'ın zıllı (gölgesi-yansıması), bir nebîsi olduğunu ileri sürdü. Ancak şeriat getirmediğini, nebîliğinin yalnızca Hz. Muhammed'in (sav) manevî yansımasından ibaret olduğunu ifâde etti.

Gulam Ahmed'e göre; kendisinin Allah tarafından gönderilen bir elçi olması, Hz. Muhammed'in (sav) son peygamber olmasına zıt değildir. O, “Hatemünnebiyyîn" yani "peygamberlerin sonuncusu olma" tâbirini şöyle yorumlar:

‘Hatem’ kelimesi sadece bir mühür mânâsına gelir. Dolayısıyla ondan sonra bir peygamber gelmesi, ancak onun mührüyle, yani onun şeriatını ikame etmesiyle mümkündür. O, Hakikatü'l Vahy isimli kitabının 27. sayfasında bununla ilgili olarak şöyle der:

Hakkı tasdik ederek batılı hak gibi gösteriyor

"O, yani Hz. Peygamber (sav), peygamberlerin hatemidir. Şu manayla ki, o, tek başına mührün sahibidir. Başka birisine vahiy nimeti, ancak onun mührü sayesinde nasip olur. Ayrıca, rabbani hitap ve konuşma kapısı, onun ümmetine kıyamete kadar da asla kapanmayacaktır. Bugün dahi mührün sahibi yalnızca odur. Onun mührü, yalnızca Muhammed ümmetine nasip olan peygamberliği tek başına sağlayacak güçtedir."

Gulam Ahmed; et-Ta'lim isimli kitabının 15. sayfasında da bu konuda şunları söyler: "Allah'ın, inanç bakımından sizlerden istediği, Onun tek ilâh olduğuna inanmanız, Muhammed'in peygamberlerin hatemi ve en şereflisi olduğunu kabul etmeniz, ondan sonra peygamber gelmeyeceğine, ancak zılliyet yani tabi olmak suretiyle Muhammedi abanın giyilebileceğine inanmanızdır. Çünkü hizmetçi, hizmet ettiği kişiye ters düşmez. Dal da kökünden ayrılmaz."

Et-Tecelliyâtü'l İlâhiyye isimli kitabının 24. sayfasında da bununla ilgili olarak şöyle denilir: "Eğer ben, Muhammed'in ümmetinden olmayıp, onun yolundan gitmiş olmasaydım, ilâhî hitaba mazhar olamazdım. Amellerimin ağırlığı dünyanın dağlarına denk gelse, yine de durum değişmezdi. Çünkü, Hz. Muhammed'in peygamberliği dışında, tüm peygamberlikler sona ermiştir. Hz. Muhammet'ten sonra şeriat koyacak bir peygamber gelmeyecektir. Ancak şeriat getirmeyen bir peygamberin varlığı mümkündür. Ama bu peygamberin öncelikle Muhammed'in (sav) ümmetinden olması gerekmektedir."

Gulam Ahmed hayatının sonuna kadar nebi olduğunda ısrar etti mi?

O, ölümünden birkaç ay önce, 5 Mart 1908'de Bedr gazetesinde onun "Günlüğünde" şu ifâdelerine yer verildi:


"İddiam şudur ki, ben bir nebi ve resulüm. İsrâiloğulları arasında, kendilerine şeriat verilmeyen birçok nebî olmuştur. Onlar yalnızca Allah'tan aldıkları nebevî haberleri bildirmişler ve Mûsa dininin gerçeğini ve gücünü yerleştirmeye çalışmışlardır. Bu tür nebevî haberlerdir ki, onların nebî adıyla isimlendirilmelerini netice vermiştir. Aynı durum benim görevim için de söz konusudur. Eğer nebî olarak çağrılmayacaksam, beni ilâhî vahyi alan diğer kişilerden ayıracak başka özel bir kelime var mıdır?"

Gulam 'Ek Galte ke İzâle’ (Düzeltilen Yanlışlık) isimli Urduca risalede de bununla ilgili olarak şöyle diyordu:

"Nebî ve resul olduğumu iddia ettiğim bütün yazılarımda, bunu yeni bir kitap getirmediğim ve tam bir nebî olmadığım anlamında yaptım. Bununla birlikte önderim Hz. Peygamberin (sav) manevî nimetlerini aldığım ve onun adıyla anıldığım ve Allah tarafından gelecek olayların bilgisi ile donatıldığım için, yeni bir şeriat getirmemekle birlikte, gerçekten bir resul ve nebî idim. Şeriat getirmeyen bir nebî olduğumu hiç inkâr etmedim ve bu anlamda Allah tarafından nebî ve resul olarak adlandırıldım. Bu anlamda nebî ve resul olarak adlandırılmayı şimdi de inkâr etmiyorum."

Ahbâr-ı Am gazetesinde Gulam Ahmed'in nebîliğini inkâr ettiği şeklinde bir açıklama çıkması üzerine de, ölümünden üç gün önce bu gazetenin yayın müdürlüğüne gönderdiği ve 26 Mayıs 1908'de neşredilen mektubunda bunu tekzip etmekte ve özetle şöyle demektedir:

"23 Mayıs 1908 tarihli Ahbâr-ı Âm'ın birinci kolon ikinci kısmında, benim hakkımda, akşam yemeğinde nebîliğimi inkâr ettiğimi açıkladığım bildirilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak şu husus bilinmelidir ki, o yemekte söylediğim kısaca şu idi: Halka bütün yazılarımda açıkça bildirmiş bulunuyorum ve hattâ şimdi de açıklıyorum ki, benim İslâm'la bütün bağlarımı koparmaya kadar gidecek bir nebîlik iddiasında bulunduğumu, yani başka bir deyişle kendim için Kur'ân-ı Kerim'i takibe gerek bırakmayan, yeni bir Kelime-i Şehadet ve kıble getiren, İslâm şerîatını kaldıran ve Hz. Peygamberin otorite ve örnekliğini reddeden tam bir nebîlik iddia ettiğim yolunda bana karşı ileri sürülen suçlama, baştan sona asılsızdır.

"Nebîliğimi ileri sürdüğüm esaslar şuna dayanmaktadır: Bana Allah'la konuşma imtiyazı bağışlanmıştır. O benimle konuşur ve bana söyler, sorularıma cevap verir, gaybı bana gösterir ve geleceğin sırlarını bana açar. Bu tür deneme ve işaretlerin bolluğundan dolayı, O beni bir nebî olarak isimlendirmek lütfunda bulunmuştur.

Bu yüzdendir ki, ben Allah'ın emrinden dolayı nebîyim. Eğer bu gerçeği inkâr edersem, bu, benim bakımımdan bir günah olacaktır. Beni nebî olarak adlandıran Allah olduğuna göre bunu nasıl inkâr edebilirim?" (1)

Gulam Ahmed'in vahiy iddiası

Vahiy, Allah'ın peygamberlerine genelde Cebrail (aleyhisselam) aracılığıyla, peygamberin tebliğ ettiği dinin esaslarını bildirmesidir. Gulam Ahmed de kendisinin bir peygamber olduğu hezeyanında bulunarak, kendisine vahiy geldiğini iddia etmişti. Onun vahiy dediği şeylerin bir kısmı Kur'ân âyeti idi. Bir kısmı da yâ âyetlerin birkaç kelimesi değiştirilerek, ya da âyetler parçalanarak ifâde edilmiş sözlerdi. Diğer bir bölümü ise tamamen kendi hayal mahsûlü idi.

Geldiğini söylediği vahiylerin bir özelliği de çeşitli lisanlarda gelmiş olmasıdır. Çoğunluğu Arapça ve Urducadır. Vahiyler içerisinde Fransızca ve İngilizce olanlar da vardır. O, kendisine vahiy geldiği ile ilgili olarak şöyle der:

“Genç-ihtiyar, alt ve üst tabakadan olan bütün erkek ve kadınlar, benim helakim için secdeye kapanmaktan burunlarından kan gelinceye ve elleri kabarıncaya kadar topluca duâ etseler bile, Allah onları işitmeyecek ve Onun tebliği tamamlanıncaya kadar benim işimi durdurmayacaktır; bana bir tek kişi yardım etmese bile, O bana yardım için melekler gönderecektir.” (2)

"Rabbim bana vahyetti ve emrim, dünyanın doğu ve batısına ulaşıncaya kadar bana yardım edeceğini vaad etti." (3)

Şimdi onun vahiy dediği şeylere birkaç misâl verelim: "Rabbim dedi ki: Senin kötülüğünü isteyeni alçaltıcı, sana yardım etmek isteyene de yardımcıyım." (4)

"Şüphe yok ki, Muhammed ümmetinde binlerce evliya ve asfiyâ doğmuştur; ama onların hiçbiri benim gibi olmamıştır." (5)

"Dünyaya bir uyarıcı geldi; fakat dünya onu kabul etmedi. Bununla birlikte Allah onu kabul edecek ve onun dâvasının gerçeğini çok dehşetli hücumlar ve âfetlerle aşikar kılacaktır." (6)

"Ey insanlar! Ben iddiamda haklıyım ve doğruyum. Siz ise sözlerimi kabul etmezseniz, iki yüzlü olursunuz...Öyle ise 'Gelin, oğullarımızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.' (Âl-i İmran Sûresi, 61)" (7)

"Ey câhiller ve sefihler, düşmanlar ve şakiler topluluğu! Hazret-i Kibriya'nın nurunu siz mi söndüreceksiniz?" (8)

"Sen Benden bir uyarıcısın. Şüphe yok ki seni, kötü yolda olanlar doğrulardan ayrılsın diye gönderdim." (9)

"De ki: Ben emrolundum ve ben inananların ilkiyim." (10) "Sen açık bir delil üzerinesin." (11) "Onlara Rabbinden sana vahyedileni oku." (12) "Sen benim için şerefli birisin. Seni Kendim için seçtim." (13) "Ey Ahmed, sen ve eşin Cennette oturun." (14) "Sana bereket vereceğim ve bunun nurlarını, melikler ve sultanlar senin elbiselerini öpüp eteklerine sarılıncaya kadar parlatacağım." (15)

"Seni Mesîh İbni Meryem kılan Allah'a hamdolsun." (16)

Gulam Ahmed'in vahiy dediği daha pek çok söz vardır. Gulam kendisine vahiy geldiğini söylemekle kalmadı; bütün nebî ve Resullerden üstün olduğunu da iddia etti. (!)

"Allah'ın 'Muhammed Allah'ın elçisidir' (17) sözünden kasıt benim. Çünkü Allah bu vahiyde beni Muhammed ve resul olarak isimlendirdi" dedi. (18)

Harekete ‘Ahmediyye’ ismi veriliyor

Fırka önceleri kurucusunun ismine nispetle Kadiyanîlik olarak anılmışsa da, 4 Kasım 1900 tarihinde yayımladığı bir bildiri ile ‘Ahmediyye’ adını almıştır. Bu isim değişikliği ile ilgili olarak şu açıklama yapılmıştır:

"Nüfus sayımı sebebiyle, görüşleri bakımından diğer fırkalardan ayrılık gösteren her grubun, ayrı bölümlerde gösterileceği ve her fırkanın kendisi için istediği ve beğendiği ismin resmî kayıtlara gireceği hususu, resmî makamlarca kararlaştırıldığı için biz de bu harekete en uygun olan ‘Ahmediyye Mezhebi’ Müslümanları ismini almayı uygun gördük. Fırkaya bu isim, Hz. Peygamberden dolayı verilmiştir. Onun Muhammed ve Ahmed olmak üzere iki ismi vardır. Ahmed adı, onun cemâlini yansıtır. Bu da Hz. Peygamberin dünyada sulh ve sükun yayacağını ifâde eder."

Bu açıklama sebebiyle mezhebin adı 1901 Bombay nüfus sayımı belgelerinde ‘Ahmediyye’ olarak kaydedilmiş ve o tarihten itibaren de, gerek kendileri, gerekse Avrupalılar, bu yeni mezhep için ‘Ahmediyye’ ismini kullanmışlardır.

Buna karşılık bâzı Müslüman yazarlar, Kadiyânîlerin Müslümanları aldatmak gayesini güttüklerini, hareketin ‘Ahmediyye’ ismi almasının Peygamberimizin adından değil, Gulam Ahmed'in kendi ismi sebebiyle olduğunu söylerler.

Burada mezhep hakkında yazılmış eserlerde mezhep yerine "Ahmediyye Hareketi" isminin kullanıldığını da ifâde edelim.

Dipnotlar:

1. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyûmlik, s.41-60, 148-150.

2. Prof Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Kadiyânîlik, s.61-65.

3. Ğulam Ahmed, Luccetu'n-Nur, s.67.

4. Ğulam Ahmed, el-Mektûb, s.17, Risâletu Tuhfe-i Bağdat, s.16;

Hakîkatu'l-Vahy, s.72.

5. Ğulam Ahmed, Tezkiretu'ş-Şehâdeteyn, s.29.

6. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.

7. Ğulam Ahmed, el-Mektub, s.53.

8. Gulam Ahmed, Hüccetullah, s.19.

9. Ğulam Ahmed, The Will, s.5.

10.Ğulam Ahmed, Hakikatü'l-Vahy, s.70.

11.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.

12.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.73.

13.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.75.

14.Ğulam Ahmed, Hakîkatü'l-Vahy, s.77.

15.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.Ut.

16.Ğulam Ahmed, Tuhfe-i Bağdat, s.20.

17.Fetih Sûresi, 29.

18.Kasım el-Kâdiyânî, Tebliğ-i Risâlet, 10. 14.

Kaynak: Gülistan Dergisi
66.Sayı-Haziren 2006


5 yorum

nasıl olacak?

Bu gibi kerameti kendinden menkul zavallılar her dönemde gelmiştir ve geleceğinede Efendimizin hadisi şerifleriyle işaretleri mevcuttur. Hatemul enbiya olduğu şek ve şüpheye mahal bulunmayan Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)hatrına Cenab-ı Hak bütün islam beldelerini ve mü'minleri böyle fitne ve fesattan muhafaza buyursun..

12.05.2008 - misafir

Rasulu Ekrem Aleyhisselâtu

Rasulu Ekrem Aleyhisselâtu vesselâm Peyugamberlerin sonuncusu ve en şereflisidir.
Başka bir din ile yahut şeriat ile Peygamberlik iddiası küfrün ta kendisidir. islâmı red etmektir.

29.03.2009 - Fırat

gözden kaçan bir nokta

gözden kaçan bir nokta olmuş. bu şahıs tamamen esiri olduğu cinlerin yalancısı olmuştur. tarih bunların örnekleriyle doludur. her kim meşru olmayan ilimlerle uğraşırsa bu tür olayların kahramanı olma olasılığı oldukça fazladır. Rabbim hepimizi Kuran ve sünnetten kopmayanlardan kılsın. c.c

14.11.2009 - misafir

Yazık.

Bu kişi yanlıs ruhların kafir cinlerin tesiri altına girmiş ve ne yazıkki cinlerin ona verdiği bilgiler ile gaybı bildiğini sanmıştır.
Gaybı bilmek bir tek Allah a mahsustur.
Peygamber efendimiz bile gaybı bilemezdir.
Sadece Allah C.C. En büyük mumin en büyük müslüman en mukemmel insan olan Sevgili peygamberimize lütfedip kendi iradesiyle nakleder.
Ama gaybı yani aslında olmayanı olacak olanı bilmek Allah ın işidir.
Keramet göstermekte Allah ın lütfettiği kendi baglı olan kullarına vermesiyle mumkun olur.
Buda konuda kişinin yalanlarının en buyuk kanıtıdır.
Ne gaybı bile bildi nede keramet gösterebildi.
Kafir cin lerin esiir olup tesiri altına girdi.
Ehli sünnete göre bir insana asla kafir diyemeyiz bu hükmü verebilecek mertebedemiyiz süpheli.
Bu yuzden kişinin kafir olup olmadıgına karar vermemiz son derece sakıncalı ve büyük bir vebal,sorumluluktur.
Sadece sunu diyebiliriz.
Kuranda yazılanlar belli.
Bu kişi mesih ve mehdi oldugunu ve gaybı bildiğini ima edip kafirlik alametlerini yapmıstır.
Allah ın merhametine tabiki aklımız ermez. Bilemeyiz elbetki ne merhametini nede kudretini.
Lakin bu kişinin ruhu hakkında iyimser hislerim yok.
İnsanın sadece gelmiş peygamber ve özellikle en üstünü en mükemmeli olan Hz.Muhammed efendimizden baska ne baska bir insana nede Allah ın insan ogluna verdiği Kurandan baska bir pusulaya ihtiyacı var!

Bunlardan baska arayıslara girersek
cin büyü veyahut kendini üstün gören sahtekar insanların magduru olmaya musait ve elverisli oluruz ve magdur oldugumuz için sorumluluktan kurtalamayız.
AKsine kendimizi magdur edip Allah ın peygamberleri ve kitabından baska rehber arayarak kendimize zülmetmiş oluruz.

Allah bizi bu zülümden kurtarsın ve sakınsın.

İnanın kardeşlerim.
Öyle bir nefis tasıyoruzki.
Terbiye etmediğimiz sürece baska bir düşmana ihtiyacımız yok.

14.01.2012 - deathless

'' Rabbim faydasız ilimden

'' Rabbim faydasız ilimden sana sığınırız.'' Maddi ve manevi ilimlerin tahsilinde dahi bir MÜRŞİDE ( ÖĞRETİCİYE-NEZARETÇİYE) ihtiyaç vardır. İnsan kendi kendine sadece okuyarak doktor olamadığı gibi kendi kendine de ALİM yada ALLAHDOSTU olması pek zordur.

Lüzumlu lüzumsuz, faydalı faydasız ve gerekli gereksiz her türlü bilgiyi havsalasına doldurarak akabinde geldiği ya da getrildiği nokta hakkında tam bir netlik olmayan ( ŞER'AN) durumlarda insanın SAPITMASI ( neuzubillah ) böyle oluyor demek ki...

İşin en acı yanı İSLAMİ ve ŞER'İ argümanları nefsinin arzu ve temayülleri ile tefsir etmesi ve kendini ULULAMASI vahim bir durum...

Allah cc sonumu hayreyleye ve edindiğimiz her türlü bilgi ve nimeti RIZASI İSTİKAMETİNDE değerlendirmeyi lütfu kerem eyleye...

Selam ve dua ile...

08.04.2013 - Veli abi

Konular