Zehirli | Konular | Kitaplar

Keramet Meselesi

Soru

“Gayb meselesi ile ilgili yazınızda geçen ve kafama takılan ifadeleri buraya yazıyorum:

“Salih kullardan gaybiyyatla ilgili mükâşefelerin suduru, Ebû Hayyân’ın söylediği gibi “nadirattan” mıdır, yoksa er-Râzî, İbn Hacer’in dediği gibi yaygın olarak görülen bir durum mudur? Sahabe tabakasından itibaren bu ümmetin salihlerinden aktarılan ve kuşaktan kuşağa intikal eden kerametler tevatür seviyesindedir.”

“Burada benim anladığım kadarıyla (yanlışım varsa düzeltin) halk arasında anlatılan ve bazı kitaplarda da geçen evliya kerametlerinin doğru olduğunu savunmuşsunuz.

“Hadis imamlarımızın hadislerin sahihlik derecesini araştırırken, hadisleri kitaplarına aktarırken rivayet zincirinde bulunan bütün ravilerin şahsiyetine kadar araştırmaları muhaddislerimizin hata yaptığı anlamına mı gelmektedir? Bütün hadis ve haberleri olduğu gibi kabul etmenin sakıncası yok mudur? Veya kerametleri doğru kabul etmekle hadis meselesi farklı mıdır?

“Birinin keramet sahibi olması için Tasavvufta ilerlemiş olması mı gerekmektedir? Kerametin, uçmanın veya köprü varken su yüzeyinde yürümenin ya da gaybı bilmenin müslümanlara katkısı nedir? Allah neden insanlara bu türden kerametler bahşetmiştir? Ya da keramete sahip olabilmek için Allah yolunda mücadele yapmak yerine dünyadan el etek mi çekmek gerekmektedir?..”

Cevap

Soru sahibi kardeşimin aktardığı pasaj, 11 Haziran 2006 tarihli yazıda geçiyor. Aslında o yazıda konuyu daha dolaysız bir şekilde ifade eden pasajlar da mevcuttu. Evet, kerametin “hak” olduğunu söylüyorum. Ancak bu, “halk arasında anlatılan ve bazı kitaplarda da geçen” her şeyin sahih/doğru olduğunu söylediğim anlamına gelmiyor. Yani kerametin kendisinin hak olduğunu söylemek başkadır, onu bize aktaran nakil vasıtalarının güvenilir, nakledilen her bilginin de doğru olduğunu savunmak başkadır. Kısacası eğer keramet bize kadar güvenilir nakillerle gelmişse haktır, gerçektir, tasdik edilmelidir diyorum.

Okuyucumun, keramet ile Hadis imamlarının yaptığı ravi araştırmaları arasında kurduğu ilişki de bu noktaya taalluk ettiği için yukarıdaki paragrafta cevabını bulmuş olmaktadır. Yani nasıl ki Hadis imamları, her rivayeti kabul etmiyor, ravilerin ilettiği haberler güvenilir midir, değil midir diye araştırma yaptıktan sonra hüküm veriyorsa, biz de bize kadar intikal etmiş keramet haberlerini o şekilde tahkik ederiz. Güvenilir yollardan gelmişse kabul, değilse reddederiz.

“Birinin keramet sahibi olması için Tasavvuf’ta ilerlemiş olması mı gerekir?” şeklindeki soru, okuyucumun, Tasavvuf’u bağımsız, kendi başına bir sistem olarak gördüğü izlenimini veriyor. Şöyle söyleyeyim: Nefis terbiyesi, ruh disiplini ve amelde kemal olarak özetleyebileceğimiz Tasavvuf, dinî yaşantının bir veçhesini teşkil etmektedir. Bir müslümanın, özetle saydığım bu özellikleri hayata geçirmeye çalışması, Din’i yaşama gayretinin ciddiyetini ve derinliğini gösterir. Din’i böyle bir ciddiyet ve derinlikle yaşayan kimselerde, bu seviyeye ulaşamamış olanlardan farklı bir takım hususiyetlerin görülmesi tabiidir. Dolayısıyla bu durumu “Tasavvuf’ta ilerlemiş olmak” şeklinde değil, “Dinî yaşantıda mesafe katetmek” olarak ifade etmek, konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Soru

“Birinin keramet sahibi olması için Tasavvufta ilerlemiş olması mı gerekmektedir? Kerametin, uçmanın veya köprü varken su yüzeyinde yürümenin ya da gaybı bilmenin müslümanlara katkısı nedir? Allah neden insanlara bu türden kerametler bahşetmiştir? Ya da keramete sahip olabilmek için Allah yolunda mücadele yapmak yerine dünyadan el etek mi çekmek gerekmektedir?..”

Cevap

Bir önceki yazıda metnini verdiğim sorunun bir kısmını cevaplandırmaya çalışmıştım. Soruda geçen iki hususu müstakil bir yazıya bırakmayı uygun gördüm. Zira son derece önemli noktalara taalluk ediyordu.

Birinci husus: “Kerametin, uçmanın veya köprü varken su yüzeyinde yürümenin ya da gaybı bilmenin müslümanlara katkısı nedir?”

Bu sorunun soruluş tarzında, daha doğrusu kurgulanış mantığında bir problem var. Herhangi bir meselenin “önemli” ve “anlamlı” olması için “Müslümanlara bir katkısı” olması gerektiğini düşünmenin sağlıklı bir bakış açısının ürünü olmadığını düşünüyorum. Bu ifademin soru sahibi kardeşime yönelik bir itham olmadığını hemen belirteyim. Zira bu meselelerimizi düşünürken ve konuşurken düşüldüğünü gözlediğimiz genel bir hata hakkında bir durum tesbitidir.

Keramet meselesini ve benzeri hususları konuşurken, sorgularken Müslümanlara yararlı olup olmadığı değil, “meşru” yani “edille-i şer’iyye”ye uygun olup olmadığı zemini üzerinde hareket edilmelidir. Bu zemin üzerinde bahse konu meselenin meşruiyeti ortaya konduktan sonra “hikmeti” üzerinde ayrı bir bahis olarak durulur. Eğer meşruiyeti ortaya konamazsa zaten hikmeti ya da faydası üzerinde durulmasının bir anlamı olmayacaktır.

Aksi halde ilk adımda faydasını ya da hikmetini tesbit edemediğimiz hususların hiçbirisini “bizim meselemiz” olarak gündeme getirmenin ve konuşmanın anlamsızlığı sonucuna ulaşırız. Bu da bizi mesela kabir azabının, Sahabe’nin efdaliyetinin vb. pek çok hususun –bize bugün somut bir faydası dokunmayacağı gerekçesiyle– “gayr-ı İslamî” ilan edilmesi noktasına götürecektir.

Kaldı ki evliyanın kerameti meselesinin, ulema tarafından Efendimiz (s.a.v)’in mucizelerini teyid edici özelliğiyle izah edilmesi, konuyu “faydacı” zeminde ele almakta ısrar edebilecekler için faydalı olacaktır.

Soruda yer alan “Allah neden insanlara bu türden kerametler bahşetmiştir?” cümlesinin cevabının da yukarıda ifade etmeye çalıştığım hususlar çerçevesinde cevabını bulmuş olduğunu düşünüyorum.

İkinci husus: “Ya da keramete sahip olabilmek için Allah yolunda mücadele yapmak yerine dünyadan el etek mi çekmek gerekmektedir?..”

Sorunun bu kısmı için soru sahibi kardeşime ayrıca teşekkür etmem gerekiyor. Zira Tasavvuf’un “özerk” bir yapı, kerametin de münhasıran bu “özerk” yapıya mahsus bir kavram olduğu düşüncesi üzerinde durmamıza vesile oldu.

“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz” (29/el-Ankebût, 69) ayeti ilginç biçimde hem “cihad”ı hem de “mücahede”yi ifade eder ve çağrıştırır bir yapıdadır.

Sorunun son kısmının cevabıyla bitirelim: “(…)Ya da keramete sahip olabilmek için Allah yolunda mücadele yapmak yerine dünyadan el etek mi çekmek gerekmektedir?..”

Öncelikle belirtelim ki, keramete sahip olmak “seyr-u süluk”tan hedeflenen bir husus değildir. Yani Tasavvuf yoluna giren bir kimse “keramet sahibi olmak için” bu tercihte bulunmaz. Eğer maksadı buysa niyeti de ameli de bozuktur. Hedefine de ulaşamaz.

Bununla birlikte nefis terbiyesinde belli bir kemal mertebesine ulaşan kimseden, başkalarında görülmeyen bazı hallerin sadır olması eşyanın tabiatındandır. Hatta benzer durumların Hint fakirlerinden ve “çile” felsefesiyle yola çıkmış ve riyazâtta belli bir mesafe katetmiş kimselerden sadır olduğu da müşahede edilen hususlardandır. Gerçi bunlara “istidrac” denir ve kerametle aralarındaki farklar vurgulanır, ama netice olarak her ikisi de kişiden olağandışı bazı şeylerin sadır olması noktasında buluşur.

Hasılı keramet göstermek tek başına bir kimsenin dindarlığının, takvasının ve kemalatının göstergesi olmadığı gibi, bizatihi amaç da değildir.

Seyr-u süluk, nefis tezkiyesinin en yaygın ve etkin yöntemi olması hasebiyle keramet südurunun yaygın olarak müşahede edildiği alan ise de, kerametin husülü münhasıran seyr-u süluk tecrübesine bağlı değildir. Keramet için kişinin katetmesi gereken ruhî inkişaf bakımından Allah yolunda cihad, ilim öğrenmek ve öğrendiğiyle amel etmek de seyr-u süluka benzetilebilir. Zira bunlar da nefsi terbiye edici özelliğe sahip ibadetlerdir. Ne var ki kerametin seyr-u süluk terbiyesinden geçmiş insanlardan süduru yaygın olduğundan halk arasında “keramet sadece tarikat ehli diye bilinen insanlardan sadır olur” şeklinde bir inancın yerleşmiş olduğu görülmektedir.

Burada üzerinde durulması gereken bir diğer husus da şu “dünyadan el etek çekme” meselesidir. Bu söylemin özellikle modern zamanlarda revaç bulmuş olması tesadüf değildir. Zira modernleşmeyle birlikte bizler de dünyanın, el etek çekilmesi gereken değil “doyasıya yaşanması gereken” bir “fırsat” olduğunu düşünmeye başladık.

Meseleyi netliğe kavuşturmanın en kestirme yolu “Efendimiz (s.a.v)’in dünyayla ilişkisi nasıldı?” sorusunun cevabından geçmektedir. Bu soruya “bizimki gibiydi” diye cevap vermek doğru ve inandırıcıysa bir diyeceğim yok. Değilse bizim dünyaya bakışımızı gözden geçirmek gibi bir öncelikli mecburiyetin muhatabı olduğumuz açıklığa kavuşacaktır.

Nihayet Tasavvuf’un, insanın dünyayla ilişkisini zayıflatması olgusunun da çok sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulmadığını söylemeliyiz. Zira Tasavvuf bu noktada amacına ulaştığında kişiyi, kendisi “bir lokma bir hırka”yla yetinirken başkalarını kendine tercih etme olgunluğuna ulaştırmış olmaktadır. Yani kişinin dünya ile arasına mesafe koyması, doğrudan doğruya bireysel olarak nefsinin arzu ve isteklerini gemlemesi anlamındadır. Yoksa onun, ailevî ve dinî toplumsal sorumluluklarından uzak, başkalarının sıkıntı ve problemlerine ilgisiz ve duyarsız yaşaması anlamında değildir.

Ebubekir Sifil
Milli Gazete,
28-30/10/2006