Zehirli | Konular | Kitaplar

Emsâlsiz Örnek Şahsiyetten Yüce Ahlâk Ölçüleri -3-

Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâtı ve bilhassa insanı muhabbet meyliyle donatmıştır. İlâhî bir imtihan dershânesi olan bu âlemde, insan, muhabbetini Hakk’a ve hayra yönelttiği nisbette mânen seviye kazanır. Rûhun huzur ve sükûna kavuşacağı aslî ve nihâî muhabbet merkezi, onu kendi rûhundan insana lutfeden Allah -celle celâlühû-’dur. Bu yüzden nihâyeti Hakk’a varmayan, sonu O’na ulaşmayan, yanlış adreslerde aranıp çıkmaz sokaklarda hebâ edilen bütün fânî muhabbetler, rûh için beyhûde bir yorgunluk ve sıklet sebebidir.

Mevlânâ Hazretleri, kulun bu gafletini ne ibretli bir misalle ifâde eder:

“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zîrâ kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda gönül kaptırmasıdır!..”

Bu bakımdan, muhabbetin asıl merkezi olan Allah Teâlâ’yı unutmadan, bütün fânî muhabbetleri ilâhî muhabbete basamak kılacak bir gönül kıvâmına sâhip olmak îcâb eder. Bu, insanın yaratılışının muktezâsıdır.

İlâhî muhabbete götüren en doğru ve kestirme yol da, Allâh’ın Habîbi, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a muhabbetten ve bu muhabbetin tezâhürü olarak O’na itaatten geçmektedir. “Seven, sevdiğinin her şeyini sever.” düstûrunca, Peygamber Efendimiz’e her bakımından bağlılık ve itaat şarttır. Zîrâ, bu bağlılık ve itaat, Hakk’a muhabbetin bel kemiğini oluşturur.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’e duyulan muhabbet; ibâdetlere huzur, beşerî davranışlara nezâket, ahlâka incelik, gönüllere rikkat, sîmâlara nûrâniyet, lisanlara rûhâniyet, nazarlara derinlik olarak akseder. Zîrâ bütün bu güzelliklerin tahsil edileceği en feyizli menbâ, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.

Hakîkaten gönüller, ancak o Varlık Nûru’nun rûhâniyeti etrâfında aşk ile yanan bir pervâne hâline geldiğinde O’nun gönül iklîminden ilâhî aşk dersini kâmil mânâda tahsil edebilir. Nitekim Peygamber Efendimiz’e olan muhabbetimizin derecesini mîzân etmemiz için Mevlânâ Hazretleri, kâinattaki muhabbet tecellîlerinden birkaçını şöyle misal verir:

“Aşk uğrunda nice pervâne, ateşe atıldı. Alevler içinde kanat çırpıyor, yanıp kavruluyordu da hâl lisânıyla: «Sen de böyle ol!» diyordu.”

“Mum, hem yanıyor hem de ağlıyordu. Kendini ateşe, ıztırâba vermişti. Fakat gözleri yaş dökerken etrafa ışık saçıyordu. Yine o mum: «Bu dünyada kazanç elde etmek için altınlar, gümüşler saçsan, bunlar sana ne fayda sağlar? Mânevî kâr elde etmek istiyorsan, benim gibi yanmaya, erimeye bak!» diyordu.”

İşte böylesine derin bir muhabbetle sevmemiz gereken Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ömrü boyunca; “ümmetî, ümmetî…” diyerek yaşadı. O’nun, ümmetine olan muhabbet ve şefkati, yavruları üzerine titreyen, onlara kol-kanat geren müşfik bir annenin sevgisiyle kıyaslanamayacak derece üstündü. Ümmetinin âkıbetini kendisine öyle dert edinmişti ki, bu uğurda; “En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyurmuştu. Yine ashâbına buyuruyordu ki:

“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)

O’nun, ümmetine olan muhabbetine vefâ göstermek, her mü’minin en başta bir vicdan borcudur. “Kişi sevdiğiyle berâberdir.” hadîs-i şerîfi muktezâsınca O’nu canımızdan çok sevmeli, O’nun Sünnet’ine uymalı, ahlâkıyla ahlâklanmalıyız. Zîrâ bu, O’na olan muhabbetimizin en hassas bir terâzîsi ve göstergesidir.

İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bizlere ebedî saâdet ve kurtuluş sermâyesi olacak hikmetli tavsiyelerinden ikisi:

1. Rabbim bana zulmedeni affetmemi emretti, (ben de size tavsiye ederim.)1

Affetmek, suçluyu cezâlandırmaya muktedir olunduğu hâlde, intikam almak yerine bağışlamaktır. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara gösterilen en güzel bir muhabbet tezâhürüdür. Yâni suçluya karşılık verme husûsunda kendi nefsini aradan çıkarıp, Allâh’ın affını umarak, suçlu şahsı ilâhî af ve merhamete muhâtap kılabilme olgunluğudur. Tabiî ki bu olgunluk, ilâhî irâde karşısında “hiçlik” şuuruna ermiş, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış, kâmil mü’minlerin kârıdır. Affede affede, affa lâyık olma azminin bir neticesidir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- buyurur:

“Merhamet etmeyene merhamet olunmaz. Kusurları bağışlamayan kimsenin, kendisi de bağışlanmaz. Affetmeyen kişi affolunmaz...” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 415, no: 371)

Öfkeyi yenmek ve affedebilmek, nefse zor gelen bir iştir. Fakat elde edilen bir neticenin şerefi, ona ulaşmadaki zorluk nisbetinde büyük olduğundan, Allâh için bu dirâyeti gösterebilmek, pek müstesnâ bir fazîlettir.

Nitekim öfke zaafına dûçâr olan bir kimse, Peygamber Efendimiz’den öğüt istemişti. Efendimiz de ona; “•: Kızma!” buyurdu. Adam dileğini bir kaç kez tekrar ettiyse de, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- her defasında aynı cevâbı verdi. (Bkz. Buhârî, Edeb 76)

Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- mü’minleri, öfkelerini yenerek affedebilme hasletini kazanmaya şöyle dâvet etmiştir:

“İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şâyet zulmederlerse biz de zulmederiz, diyerek her hususta başkalarını taklîd eden basit kişiler olmayın! Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye (affetmeye) alıştırın!” (Tirmizî, Birr, 63/2007)

Nitekim bu hakîkatler ışığında büyüklerimiz; “İyilik yapana iyilik, her kişinin kârı; kötülük yapana iyilik ise, er kişinin kârıdır!” demişlerdir.

Bu ahlâk, aslında mühim bir mânevî terbiye metodudur. Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa, bu iyilik onun kalbindeki kin ve düşmanlığı kırar, dostluk temâyüllerini filizlendirir. Ortada bir kişiyse, gönlünde dostluk ve yakınlık arzusu peydâ olur. Dost ve yakın biriyse, muhabbeti artar. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“İyilik ile kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın bir dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- bu âyeti şöyle tefsîr eder:

“Âyetteki «en güzel yol» tâbiriyle kastedilen, öfke ânında sabır ve kötülüğe mâruz kalındığı andaki aftır. Allâh, bunu yapabilenleri muhâfaza eder, düşmanlarını da kendilerine boyun eğdirir, sanki samimî bir dost kılar.” (Buharî, Tefsîr, 41/1)

Târih boyunca insanları zulüm, haksızlık ve kötülükten vazgeçirmek ve onlara Hakk’ı ve hayrı telkin etmek husûsunda “affedebilme” fazîletinin çok bereketli neticeleri görülmüş; bu meziyet, nice gâfillerin intibâhına vesîle olmuştur.

Nitekim Mekke’nin fethi günü Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, umûmî bir af ve emân îlân etmişti. Kâbe’de toplanmış olan halka:

“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler:

“–Biz Sen’in hayrını ve iyiliğini umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler. Bunun üzerine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi: «…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.

Allâh Teâlâ, yıllarca müslümanlara zulmeden Kureyş müşriklerini Rasûlü’nün eline düşürdüğü ve O’na boyun eğdirdiği hâlde, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onları affetti ve serbest bıraktı.2 Bu âlicenap tavır karşısında nice taşlaşmış yürekler yumuşadı, nice karanlık gönüller hidâyet nûruyla aydınlandı.

***

Peygamber Efendimiz’in sevgili kerîmesi Zeyneb -radıyallâhu anhâ-, muhterem babasına hicret ederken İslâm düşmanlarından Hebbâr bin Esved peşinden koştu. Devenin üstündeki hevdec’de, yâni mahfazada bulunan Hazret-i Zeyneb’e mızrağıyla vurarak onu bir kayanın üzerine düşürdü ve ağır bir şekilde yaraladı. O vakit hâmile olan Hazret-i Zeyneb, kanlar içinde kalarak çocuğunu düşürdü. Üstelik, orada aldığı yaralar daha sonra vefâtına sebep oldu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda Hebbâr, huzûr-ı saâdete gelerek müslüman olduğunu bildirdi ve affını diledi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onu da affetti. Üstelik önceden yaptıkları için ona hakâret edilmesini de yasakladı.3 Çünkü Yüce Rabbimiz:

“(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, câhillere aldırış etme, onlardan yüz çevir!” (el-A’râf, 199) buyuruyordu.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şahsına karşı işlenen suçları hiç tereddütsüz affederdi. Lâkin umûma karşı işlenen suçlarda, hak ve adâlet yerini buluncaya kadar, O’nu hiç kimse sâkinleştiremezdi. Zîrâ affetmek, şahsına karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Şayet bir suç toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman toplumun hakkını korumak gerekir. Zîrâ böyle bir suçlu affedildiğinde, daha büyük haksızlıklara kapı aralanıp topluma zulmedileceği muhakkaktır.

Allâh için affetme fazîleti, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en büyük şiârı idi. Öyle ki Peygamber Efendimiz, tebliğ vazîfesi esnâsında kendisine hakâret edip zulmeden nice insanları affetmiş, onların da hidâyete ermeleri için Rabbine niyazda bulunmuştur. Nitekim İslâm’ı teblîğ için Tâif’e giden Efendimiz, oradaki câhil ve putperest halk tarafından taşlanmış, kan-revân içinde bırakılmıştı. Cebrâil -aleyhisselâm- Peygamber Efendimiz’e gelmiş ve bu kavmi helâk etmek için emrini beklediğini bildirmişti. Rahmet Peygamberi Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise:

“–Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın, onların neslinden sadece Allâh’a ibâdet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.” karşılığını vermişti. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Bu rahmet üslûbunun bereketiyledir ki, hakîkaten Tâif halkı bir müddet sonra İslâm ile şereflendi.

***

Dünyânın belki de en ağır zulüm ve haksızlığını işleyerek, iffet timsâli Hazret-i Âişe vâlidemiz hakkında çirkin bir bühtanda bulunan iftirâcılar arasında, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın yardım etmekte olduğu Mıstah isimli bir fakir de vardı. Onun bu hâli, Hazret-i Ebû Bekir’in çok gücüne gitmişti. Zîrâ iftirâ edilen; ümmetin annesi, Rasûlullâh’ın zevcesi ve gözünün nûru kızı idi. Hazret-i Ebû Bekir, nice zamandır yardım etmekte olduğu Mıstah’tan gördüğü bu dehşetli nankörlük karşısında; bundan sonra ona bir şey vermeyeceğine dâir yemin etti. Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştü.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, fazîlet sâhiplerinin kendilerine zulmedenleri dahî affetmeleri gerektiğini bildirip; “Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?” (en-Nûr, 22) buyurunca, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Evet, vallâhi Allâh’ın beni affetmesini elbette isterim!” dedi ve ardından yemin keffâreti ödeyerek Mıstah’ın nafakasını vermeye devâm etti. (Buhârî, Megâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56)

Velhâsıl, affın asıl sâhibi Cenâb-ı Hak’tır. Mü’minler de, kalblerindeki Allâh muhabbetinin seviyesi nisbetinde affetmekten haz alırlar. İlâhî vuslatın zevkini tatmak isteyenler, gönül bahçelerinin güllerinden af râyihaları dağıtanlardır. Sana zulmedeni bile Allâh için affedebilmek, rûhun gerçek zaferi ve saâdetidir.

2. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tavsiyelerine devamla şöyle buyurur:

Rabbim bana mârûfu emretmemi, (münkerden nehyetmemi emir buyurdu, ben de size tavsiye ederim.)

Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhametin tezâhürü olan mârûfu (iyilikleri) emredip münkerden (kötülüklerden) nehyetmek, insanlara yapılabilecek en mühim hizmettir. Zîrâ insanların en büyük ihtiyâcı “îman selâmeti”dir. Bunun içindir ki insanları hidâyete çağırmak, “peygamber mesleği” denilebilecek mukaddes bir vazîfedir. Zîrâ Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri sorguya çekeceğimiz gibi, gönderilen peygamberlere de mutlaka soracağız.” (el-A’râf, 6)

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, ömrünü tebliğ vazîfesine adamış ve Vedâ Hutbesi’nde arka arkaya üç defâ; “Tebliğ ettim mi?” diye sorarak, vazîfesini îfâ ettiğine dâir ümmetinden te’yîd almıştır. O’nun bu mukaddes vazîfesi, ümmeti olan bizler için de aynen geçerli bir mes’ûliyettir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“(İnsanları) Allâh’a dâvet eden, sâlih ameller işleyen ve «Ben müslümanlardanım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)

Hadîs-i şerîfte de:

“Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla tek bir kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünyâ nîmeti sayılan) kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9) buyrulur.

Bütün bu iltifat ve müjdelere nâil olmak, mü’min gönüller için ne büyük bir saâdettir. Zîrâ yine bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Hidâyet yoluna dâvet eden kimse, ona tâbî olanların ecirleri kadar ecir alır. Bu, tâbî olanların ecrinden de bir şey eksiltmez!..” (Müslim, İlim, 16)

İşte hakkı ve hayrı tebliğ yönündeki hâlisâne gayretlerin mükâfâtı, bir kar topunun yuvarlanarak büyük bir çığa dönüşmesi gibi katlanarak artmaktadır. O hâlde, îman nîmetinden mahrum olanların, yahut da mü’min olduğu hâlde gaflet ve cehâletleri sebebiyle dîni sığ ve kaba ölçüler dâhilinde yaşayanların îkaz ve irşâdına gayret göstermek, onlara yapılabilecek en büyük iyilik olduğu gibi, kendimiz için de, hem büyük bir ecir vesîlesi hem de îman nîmetimizin şükür borcudur.

Öte yandan, tebliğ husûsundaki gayret derecemiz, bir bakıma îmânımızın seviyesini gösteren mihenk taşı mevkiindedir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki bu, îmânın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân, 78)

Tebliğ husûsunda ihmalkâr davrananlar için pek çok şiddetli îkazlar vârid olmuştur. Nitekim Allâh Rasûlü

-sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allâh kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz fakat duânız kabûl edilmez.” buyurmuştur. (Tirmizî, Fiten, 9)

Ancak, tebliğ vazîfesinin usûl ve âdâbına da riâyet edilmelidir. Aksi hâlde kaş yapayım derken göz çıkarmaya, yâni fayda yerine zarara da sebep olunabilir. Hakkı tebliğ ve hayra teşvik için evvelâ hakkın ve hayrın mâhiyetine doğru bir şekilde vâkıf olmak gerekir. Zîrâ câhilin tebliğinin, hem üslûp hem de muhtevâ bakımından yanlışlardan berî olması mümkün değildir. O hâlde, bu yoldaki ilk şart, ilmî ve kalbî sermâyedir. Boş bardakla ikrâm olmayacağı gibi, ilim ve irfansız bir tebliğden de hayırlı bir netice alınamaz.

Ayrıca kalbi bencillik ve benzeri mânevî zaaflarla dolu bir kimsenin tebliğe kalkışması da son derece yanlıştır. Böyleleri, hayra çağırayım derken daha da zarar verirler. Makbul bir tebliğ için, Kur’ân hikmetleriyle yoğrulmuş hassas bir gönle ve İslâm’ın güler yüzünü yansıtan mütebessim bir çehreye sahip olmak lâzımdır. Yine hakkın, hayrın, fazîlet ve doğruluğun canlı bir timsâli hâline gelmek ve örnek bir hayat yaşayarak rahmet saçan bir gönül diliyle konuşmak gerekir.

Tebliğ, ikrâm ile, ihsân ile, İslâm şahsiyetinin nezâket ve zarâfetini temsîl ile yapılmalıdır. Zîrâ insan, ihsâna mağluptur ve gördüğü yüksek şahsiyet ve karaktere meftûn olur.

Diğer taraftan tebliğ hizmetini îfâ eden biri, muhâtabı hangi cürmü işlemiş olursa olsun, onu tebliğ dâvetinden mahrum etmemelidir. Bir kayanın, hattâ duvarın içinden bile nice çiçeklerin ve ağaçların çıkabildiğini düşünerek, hiç kimseyi dışlamamalı, Allâh’ın rahmetinin sonsuzluğunu hatırından çıkarmamalıdır.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Hazret-i Zeyneb’i deveden düşürerek vefâtına sebep olan Hebbâr bin Esved’e, Mekke fethine kadar her türlü düşmanlığı yapan İkrime bin Ebû Cehil’e, amcası Hazret-i Hamza’yı şehîd eden Vahşî’ye ve hattâ amcasının ciğerini hırsla ısıran Ebû Süfyan’ın karısı Hind’e bile tebliğ kapısını kapatmamıştır. Bu bakımdan muhâtap, küfründe Firavun derecesinde şiddetli bile olsa, tebliğ dâvetinden mahrum bırakılmamalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Mûsâ

-aleyhisselâm-’a, tanrılık iddiâsındaki Firavun’a gidip ona yumuşak bir lisân ile tebliğde bulunmasını emretmiştir.

Günah yükü altında ezilerek kendileri için artık bir kurtuluş ümîdi kalmadığını zanneden günahkârlara da Allâh’ın rahmet ve merhametinin büyüklüğünü telkîn etmek gerekir. Zîrâ Rabbimiz buyurur:

“De ki: Ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allah bütün günahları affeder. Muhakkak O, Gafûr ve Rahîm’dir. Onun için ümidinizi kesmeyin de başınıza azap gelmeden evvel tevbe edip Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Yoksa yardım göremezsiniz.” (ez-Zümer, 53-54)

İşte günah batağında boğulan mücrimleri, İslâm’ın ümit ve merhamet dergâhına güzel ve hikmetli sözlerle ve rahmet üslûbuyla dâvet etmek îcâb eder.

Hâsılı, tebliğ husûsunda mü’minlere düşen; ye’se ve rehâvete kapılmadan, yorgunluk ve bezginlik göstermeden gayrete devâm etmek, neticeyi Allâh’a havâle edip tevekkül etmektir. Ayrıca İslâm’ın güzelliklerini, hakkı ve hayrı tebliğ imkânı varken birtakım zahmetlere katlanmayıp sırf kendi kurtuluşuyla yetinme bencilliğinden de Allâh’a sığınılmalıdır.

Cenâb-ı Hak, yarattığı sayısız mahlûkâtıyla bizlere nice hikmet ve hakîkatleri beyân etmektedir. Bu sır ve hikmetler âlemini okuyabilmek, kalbin sanatıdır. Kalbi ibret ve ders almaya istîdatlı kimseler için kâinât, muhteşem bir dershânedir. Hazret-i Mevlânâ ve Yûnus misâli Hak dostları, bu kâinât mektebinin güzîde talebeleri oldular. Bu âlemden hikmet ve sırlar devşirerek mârifete teşne gönüllere rûhânî râyihalar saçtılar. Rabbimiz bütün kâinâtı onlara âdeta bir kitap gibi açtı.

İşte Rabbimiz, gören gözler, hisseden gönüller için her bir varlıkta nice ibretler ve hikmetler sergilemektedir. Bunlar vâsıtasıyla da bilhassa “diğergâmlık” hikmetine dikkatimizi çekmektedir:

Meselâ kırk beş günlük bir ömrü olan arı, kendisi için bal yapar, fakat kendi ihtiyâcının belki yüz katı bal üretir. Böylece bir bakıma ömrünün asıl gâyesinin başkalarına hizmet etmek olduğunu ifâde eder. Yine düşünmeli ki bir erik ağacının meyvesi, aynı zamanda onun tohumudur ve neslinin devamı içindir. Ama bir tanesi bile bir erik ağacının yetişmesi için yeterliyken fazla fazla meyve verir ki, başkaları da o nîmetten faydalansın. Bunlar, Rabbimizin mahlûkatta sergilediği ne güzel diğergâmlık örnekleridir.

Rabbimiz yine bir “çınar ağacı”yla dünya hayatının misâlini bildiriyor. Büyük ve ihtişamlı bir ağaç olan çınar, kış gelince yapraklarını döker ve hâl lisânıyla ölümün hak olduğunu sessiz-sözsüz haykırır. Baharda ise yeşillenen yapraklarıyla sanki ölümden sonra dirilişin timsâli olur. Fakat bütün ihtişâmına rağmen çınar ağacının bir meyvesi yoktur. Hattâ kereste bile olmaz, sadece odun olabilir. Yâni faydası asgarîdedir. Bu bakımdan çınar ağacı hâl lisânıyla bizlere; “Fânîliğinizi idrâk edin ve benim gibi meyvesiz olmayın!” diyor.

Sahip olduğumuz meziyetler, meselâ bir zeytin ağacınınki gibi âzamî faydalı meziyetler olmalıdır. İncecik gövdesi olan zeytin ağacı, dikildiğinin ertesi senesi mahsul vermeye başlar, ömrü boyunca bu hizmetine devâm eder. Yine bir gül ağacı da lisân-ı hâl ile bizlere; “Ben dikenlere katlandığım için rengimle, güzel kokumla hep tebessüm hâlindeyim. Siz de böyle olun!” diyor.

Cömertlikten, diğergâmlıktan uzak bir zenginlik, şükür borcu ödenmeyen sağlık, makam, ilim vs. hep bir ihtişam vesîlesiyse de, bunlar âdeta “kuru bir çınar ihtişâmı”dır. Mü’minler için mühim olan; meyveli bir ağaç gibi olabilmek ve bu meyveleri her an daha da artırabilme gayreti içinde bulunmaktır.

İnsan, bu düşünce ve hissiyât içinde kendini muhâsebe etmelidir: Ben ne kadar kendimi, ne kadar etrâfımdaki muhtaçları düşünüyorum? Nefsimden ne kadar fedâkârlıkta bulunuyorum? Bir arı, erik ağacı, zeytin ağacı, gül ağacı bana ne ifâde ediyor?

İnsan, arıdan, ağaçtan daha haysiyetli bir varlık olduğuna göre, kendi ihtiyacından kat kat fazlasıyla hârice faydalı olmaya çalışmalıdır. Yâni varlıklar içinde en şerefli bir mevkîde bulunan insana yakışan; kendine bir, hârice bin hizmet etmektir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“…(Rasûlüm!) Sana, neyi infâk edeceklerini sorarlar. «•» «İhtiyaç fazlasını» de...” (el-Bakara, 219)

***

Muhterem kardeşlerimiz! Ömür takvimimizden bir Ramazân-ı Şerîf’i daha geride bıraktık. Rabbimiz, daha nice Ramazanlara sıhhat ve saâdetle kavuşmayı nasîb eylesin! Lâkin unutmayalım ki, idrâk ettiğimiz Ramazân-ı Şerîf’imizin Hak katında makbûl olup olmadığının en büyük delîli, Ramazan’da kazandığımız güzel hasletleri ve kalbî olgunluğu Ramazan’dan sonra da devâm ettirip ettiremediğimizdir. Bu yüzden, içinde bulunduğumuz zamanları da tıpkı Ramazan günleri gibi kalbî rikkat ve uyanıklık içinde yaşamalı, bütün bir yılımızı Ramazan mâneviyâtı içinde idrak ve ihyâ etmeye çalışmalıyız.

Rabbimiz cümlemizi, her ânının kadr u kıymetini bilip, ömrünü rızâsına muvâfık amellerle verimli bir şekilde kullanabilen kullarından eylesin! Elinden, dilinden, hâlinden, ahlâkından insanların müstefîd olduğu sâlih mü’minler zümresine ilhâk eylesin! Niyetlerimizi, düşüncelerimizi, hislerimizi ve davranışlarımızı rızâsıyla te’lîf eylesin!

Âmin!

Dipnotlar: 1) Yazımız boyunca devam edecek olan hadîs-i şerîf için bkz: İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838. (Rezin tahric etmiştir.). 2) Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143. 3) Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, II, 857-858.
Altınoluk Dergisi Yıl: 2006 - Ay: Kasım - Sayı: 249


Konular