Zehirli | Konular | Kitaplar

Her Musaya Bir Hızır Gerek

Desem ki, Hz. Hızır Hz. Musa’nın iç sesidir. Onun, bilincindeki hikmetin sesidir…

Nasıl ki, Hamlet’e babasının ruhu olarak görünen hayalet, gerçekte, onun bilinç altının tecessümü idi… Tabiî ki, Hamlet, Hızır aleyhisselamın zıddı kâmilinde yer alarak bir negatif benzetme değeri taşıyor. Hamlet’e, amcasını öldürmesini buyuran ve ona babasının ruhu – hayaleti- olarak görünen birsam, gerçekte, bizzat Hamlet’in bilinçaltının dışavurumudur diyebiliriz.

Hazreti Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeru” deyişi de aynı hikmetle örtüşmektedir.

Aslında hikmet, eşyanın özüne içkin olarak orada durmaktadır. İnsana düşen, onu, oradan bulup çıkartmaktır. Arşimet’e kralın verdiği görev zor mu zor bir işti. Kral belli ölçüde bir altın külçesini kuyumcusuna vererek ondan güzel bir taç yapmasını istemişti. Kuyumcu, tam da kralın arzuladığı ölçüde bakmaya kıyılmayacak denli güzel mi güzel bir taç yapıp getirmişti. Kral, kuyumcuya verdiği altının tamamının bu tacın içinde kullanılmış olup olmadığını merak ediyordu. Arşimet’e verilen görev, kralın bu merakını gidermekti. Ancak bir şartı vardı: yapılmış olan taç öylesine güzeldi ki, Arşimet taca dokunmayacaktı, çünkü verilen altından çalıntı yapılmamışsa, güzelim taç yok yere bozulmuş olacaktı. Yoksa başka türlü, zaten problem yoktu: Tacı eriterek içinde hangi madenlerin kullanıldığını herkes anlayabilirdi.



İşte zorluk: Eşya orada duruyor, onun mahiyetini değiştirmeden, ona zarar vermeden, onun içinde meknuz bulunan gerçekliğin ne olduğunu keşfetmek! Durum, insanın beyninde ya da yüreğinde bulunan hikmetin keşfi ile aynı düzlemde yer almaktadır.
Hz. Musa’nın hikmetle sınavına ilişkin olay, Kuran’da kısaca anlatılır. Rivayete göre, Hz. Musa’ya Tevrat’ı kendisinden daha iyi bilen bir başkasının bulunup bulunmadığı sorulduğunda, O: “Hayır, Tevrat’ı benden daha iyi bilen kimse yoktur.” diyesi imiş. Bunun üzerine kendisine gelen vahiyde, “iki denizin birleştiği yer”de Tevrat’ı ondan daha iyi bilen birinin bulunduğu bildirilmiş. Bunun üzerine Hz. Musa genç yardımcısına (Yuşa aleyhisselam):”Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayıp gideceğim, yahut (mak-sadıma erişinceye dek) uzun zamanlar geçireceğim.” der (Kehf: 60). Birlikte yola çıkarlar. İki denizin birleştiği yere ulaşırlar. Orada balıklarını unuturlar. Balık orada denize atılır, kendine bir yol bulup gider. Sonraki mola yerinde Hz. Musa, adamına: “Bu yolculuğumuzdan, andolsun, yorgun düştük. Kuşluk yemeğimizi getir.” deyince, O: “Gördün mü, dedi, kayaya sığındığımız vakit ben balığı unutmuşum. Onu söylememi bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir surette deniz (e atıldı), yolunu tutup gitti.” der. Hz. Musa: “İşte, dedi, bizim arayacağımız bu [yer] idi der ve gerisin geri dönerek balığın suya girdiği yere gelirler (Kehf: 61, 62, 63, 64). Orada rastladıkları kimse (Hızır) Kur’an’ın beyanına göre şöyle biridir: “(Öyle) bir kul buldular ki biz ona tarafımızdan bir rahmet (vahiy, nübüvvet) vermiş, kendisine nezdimizden (has) bir ilim (gayblara ıttıla ilmi) öğretmiştik.” (Kehf: 65).

Hz. Musa, o zata ona bildirilen ilmi kendisine öğretmesini teklif eder, fakat o zat Hz. Musa’ya, iç yüzünü kavrayamadığı bir bilgiye sabredemeyeceğini söylerse de, Hz. Musa: “Allah dilerse beni sabredici bulacaksın, sana hiç bir işte karşı gelmeyeceğim.”(Kehf: 69)* diyerek onu razı eder.

Böylece yola koyulurlar. O zat, bindikleri gemiyi deler. Rastladıkları bir oğlan çocuğunu hemen öldürür. Uğradıkları bir beldede, yiyecek istedikleri belde halkı onlara yardım etmekten kaçınır, fakat o zat o beldede yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı onarıp doğrultur. Hz. Musa, içyüzünü bilemediği bu üç olaya da itiraz eder. O zat, her defasında Hz. Musa ile sabredemediği için yollarını ayırmak isterse de, Hz. Musa her defasında özür beyan eder. Fakat üçüncü olaydan sonra o zat, yaptığı işlerin iç yüzünü anlatarak Hz. Musa ile yollarını ayırır. Gemiyi, ilerde onu müsadere etmek isteyen bir kralın şerrinden kurtarmak için delmiştir; çocuğu iyi insanlar olan ana babasına ilerde zulmedeceği için öldürmüştür; duvarı ise, oranın sahibi olan yetim çocuklara ait orada gömülü definenin başkalarının eline geçmesinden siyanet etmek için onarmıştır. O zat: “Ben bunu kendi reyimle yapmadım. İşte üzerlerinde sabredemediğin şeylerin iç yüzü!” diyerek Hz. Musa’dan ayrılır.
İmdi, bu kıssada, ikisi görünürde menfi (gemiyi delmek ve çocuğu öldürmek), biri de kendilerine yardımcı olmayan bir belde halkına karşılıksız yardımda bulunulmak suretiyle ifa edilen üç ayrı fiille karşılaşıyoruz.

İlim, orada duruyor olmakla birlikte talebimiz ve cehtimiz olmadıkça atıl biçimde orada durmaya devam edecek bir fenomendir. Onun arkasındaki ya da onun bünyesindeki numen’i keşfedebilmek için, öncelikle onu keşfetmeye talip olmak gerekiyor. Fenomenin arkasında, bir bakışta görünmeyen bir hikmetin bulunduğunu bir önkabul olarak benimsemiş olmak gerekiyor.

Yalnızca batıni ilimde değil, zahiri ilimde bile elde edilecek buluşlar insanın alışılmış zihin yapısına ters düşebilir ve onu hemen reddetme temayülü doğabilir. Durumu, Kuran’daki Hz. Musa ile Hızır kıssasında açıkça görebiliyoruz.

O kıssada, bize farklı çağrışımlar getirebilecek çeşitli ipuçları bulunuyor. Balığın, iki denizin birleştiği yerde dirilip denize girdiği söyleniyor. Geleneksel yorumlarda, balığın temas ettiği veya balığın üzerine sıçrayarak onu dirilttiği söylenen su “âbıhayattır” (bengi su)… Bu metafor, aslında, kıssanın özüne uygun olarak bakıldığında, bizatihi hikmet olarak da yorumlanabilir. Eğer balık, insanın hikmetten uzaklaşmış, dolayısıyla ölmüş kalbine karşılık geliyorsa, böyle bir kalbin dirilmesi ona hikmetten bir pay sıçraması (bulaşması, sürülmesi) ile mümkün kılınabilir, diyebiliriz.

Hikmete ulaşmak bir bedel ister ve zahmete katlanmayı gerektirir. “İki denizin birleştiği yer”, tıpkı Arşimet’e incelemek üzere verilen tacın içindeki alaşım halinde, orada durmaya devam ediyor. Hikmet orada durmaktadır. Ancak oraya ulaşma hususunda bir irade sahibi olmak başlangıçtaki temel ilkedir. Teşebbüs oraya ulaşma hususundaki iradenin izharıyla ortaya çıkar. Ancak bu, gereklidir, fakat yeterli değildir. Arkasından hikmetin rehberliğinde yola çıkmak gerekiyor. Bu yolda, insana ilk bakışta yadırgatıcı gelebilecek gerçekliklerle karşılaşmak mukadder görünmektedir. Bizim önyargılarımıza ters düşen durumlarla her zaman karşılaşabiliriz. Fakat bu, bizi yolumuzdan alıkoymaya medar olmamalıdır. Önyargımıza ters düşen veya öz çıkarımıza aykırı gibi duran fiilî gerçekliklere rağmen yola devam etme irademizin sarsılmaması gerektiği, asıl bu husus, bizim önkabulümüz olmalıdır. Bu demektir ki, hikmet avcılığına teşebbüs eden kimsenin rehberi, avlanacak olan hikmette içkindir. Başka söyleyişle, hikmet hem rehberdir, hem hedef…

İnsan, bu zahmete (yolculuğa) çıkmadan ve sabretmesini bilmeden hikmete ulaşma beklentisini aklından çıkartmalıdır. Demek ki, hikmetin asal yoldaşının sabır olduğu anlaşılıyor.

Hz. Musa, hikmet yolunda bize –insana- lazım olacak menzile kadar yürüdü. Ondan sonrası, belki bize lazım değildi. Nitekim o zat (Hızır), Hz. Musa’nın her acele edişinde ona bir fırsat daha tanıyarak üç menzillik mesafeyi kat ettiler.
Ben inanıyorum ki, bu üç menzillik yolda Hz. Musa ile o zat arasında geçen olayların içinde sonsuza değin tüketilemeyecek denli hikmetler gizli olarak durmaktadır. Biz, her defasında, bu yolculuktaki hikmetlerden birini keşfederek yolumuzu aydınlatabiliriz. Durum yalnızca ledün ilmi yolunda değil, dünyevi ilim alanında da geçerlidir.

Baktığımız her gerçeklikte (zuhurat, fenomen) Hızır’dan bir işaret ve bizi Hızır’ın temsil ettiği hikmete götürecek bir rehber bulunduğunu görmek bizim elimizdedir. Her Musa’ya bir Hızır lazımdır; ancak sen onu aramaya talip olmadan, ona baksan da göremezsin.

(*) Bu metindeki alıntılar Hasan Basri Çantay’dan yapılmıştır, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, naşiri: Mürşit Çantay, İslam Mecmuası hediyesi, İst. 1984, s. 544 vd.


Konular